GÖNÜLLÜ OLMAK İSTER MİSİNİZ

"Kaybolan Cennet: KURTUBA" - Dr. Mehmet Sılay

Kaybolan Cennet: KURTUBA - Dr. Mehmet Sılay
1 Ocak 2014
KURTUBA "K A Y B O L A N C E N N E T..."

KURTUBA

                   K A Y B O L A N     C E  N N  E  T

1.BÖLÜM                                  

            ENDÜLÜS NEDİR ve NEREDEDİR?

            Son yılarda Endülüs sözcüğü Türkiyede sık kullanılmaya başlandı. Turlar ve Kültür Gezileri düzenlendi Endülüse. Gazetelerde dizi yazılar, makaleler ve birbirinden güzel fotoğraflar yayınlandı. Televizyonlarda Kurtuba ve Granada şehirlerinde kılıç artığı İslami eserleri tanıtan programlar yapıldı ve kitaplar yayınlandı.

            Endülüs kültür adamlarının, öğrencilerin, çalışanların, emeklilerin, genç-yaşlı tarih  meraklılarının ve seyahat sevdalılarının gündemine oturdu.

              Endülüsü Paşabahçe üretimi zarif ve renkli cam vazo sanıyorduk. Meğer medeniyet bakiyesi birer nostaljik hatıraymış.

            Kurtuba, Cebelitarık, Elhamra ve Medinetuzzehra konuşuluyor.

            İbni Rüşt, Ebu Hayan, Kurtubi, Şatibi ve İbni Arabi konuşuluyor.

            “Endülüse gittiniz mi?

Endülüsü görmedinse hiç İspanyaya gittim deme!

 Kurtuba Endülüsün kalbi. Kurtuba cennet canım, kaybolan cennet!”

Ben Endülüsü falanca tarihlerde tam üç kere gördüm.

Endülüs nedir ve neresidir?

            Endülüs bugün Madrit merkezli Parlamenter monarşinin üç özerk eyaletinden biridir. Sırayla tam özerk Bilbao başkentli Baskland, Katalanların başkenti Barselona ve Andelusya yani Endülüs. İspanyanın en geniş ve en zengin eyaletidir. İçinde ülkenin dördüncü büyük şehri Malaga, Kurtuba, Granada, Ronda ve güney sahillerinin incisi ve Cebelitarığın komşusu Tarife’yi de içine alan Sevilla başkentli en geniş eyalet.

            Endülüs, Andelus veya Andelusya kelimeleri Vandelusya’dan gelmektedir. Vandelusya, Vandalların yaşadığı ülke demektir. Vandallar yani Vikingler kuzeyden gelip yarım adayı işgal etmiş uzun bir süre bu topraklarda yaşamışlar. Yerli halka zulmetmiş baskı yapmışlar. Bu yüzden onlardan geriye kan dökücü, hunhar, zalim anlamında Vandalizm vurgusu kalmış. Fakat Endülüsten geriye “İslam Medeniyeti” ölümsüz bir hatıra olarak kalmış.

            Endülüs neden bizim için çok önemli? Çünkü bu coğrafyada tam sekiz asır Müslüman kardeşlerimiz yaşamışlar. Ceziretul Hadra tam sekiz asır ezan sesleri ve Kuran kıraatiyle çınlamış.   

            Batı Avrupa’da parlayan Endülüs İslam Medeniyetinden alacağımız büyük dersler olmalı.

İspanyol aydınları bugün Endülüs’ü İberya tarihinin parlak bir dönemi olarak kabul ediyorlar.

Medreselerinde yani üniversitelerinde yüzlerce ilim adamı yetiştirip insanlığa armağan eden Endülüs İslam ekolü, bizler için ciddi araştırma konusu olmalıdır.

            Bu devlet nasıl kuruldu, nasıl gelişti Müslümanları ve Hırıstıyan âlemini nasıl etkiledi?

Cehaletin pençesinde kıvranan, basit hayat bilgisi ve hatta taharet kültüründen uzak, salgın hastalıklar ve yüz yıl süren mezhep savaşlarıyla birbirini boğazlayan Avrupa’da Ortaçağ karanlığını nasıl Rönesans ve Aydınlanma çağına dönüştürdü?

Tıp tarihinde ilk narkoz, ilk estetik cerrahi girişimi ve ilk Katarakt ameliyatı Kurtuba Daruşşifasında gerçekleşti.

 Mimari, tıp, astronomi, sosyoloji ve felsefede dünya çapında ilim adamları yetiştirdi. Ticaret, tarım ve sanayi üretiminde model olmayı başardı.

İbni Haldun, Ebu Hayyan, İbni Rüşd, İbni Hazm ve yıllarca Anadoluda Selçuklu sultanlarına danışmanlık yapan, yol gösteren ve kitaplar yazan Muhyiddin İbni Arabi nasıl bir kültür ortamında yetişti?

Bu güçlü devlet neden kendi içinde bölündü, parçalandı, zayıf düştü ve yıkıldı?

İber coğrafyasını sekiz asır vatan edinen milyonlarca Müslüman’ın akibeti neden bu kadar hazin ve acıklı oldu?

Müslüman mezar taşlarıyla istinat duvarlarının örüldüğü İspanyada bugün kaç Müslüman kardeşimiz yaşıyor?

Ulaşım ve iletişim imkânlarının çok geliştiği günümüzde Türkiye Müslümanlarından kaç kişi Endülüsün yerini ve sınırlarını merak ediyor?              

            Tarih bilgisi insanın ufkunu açar, tasavvurunu genişletir.

Evliya Çelebi bu konuda daha iddialı konuşur: “ Tarih bilgisi aklı çoğaltır ” diyor. Mensubiyet bilinci yani aidiyet şuuru kazandırır. Kökü olmayanın istikbali olmaz. Geçmişten geleceğe uzanan boyut içinde seyreden hayatı doğru biçimde anlamayı, ibret almayı, ders almayı ve değerlendirmeyi sağlar.

Başarı ve yükselişlerle, kayıpların ve sosyal çöküşün sebep – sonuç ilişkilerine analitik gözle bakmamızı sağlar.   

            Başka bir ifadeyle, Tarih ne zaferlerle övünmek, ne de yenilgilerle dövünmek için değil, ders almak için mutlaka öğrenilmelidir.

Toplumlarda, yaşadığımız iletişim çağı içinde, milli eğitimin yapamadığını yaygın eğitim yapıyor çok şükür. Toplum eğitilmeli. Bölen, birliği dağıtan ve toplumu zayıf düşüren hatalardan soyutlanıp, nesnel örneğini yaşadığımız tedbirler yeniden ihya edilmelidir. Ne zaferlerle gereksiz şöven gurura kapılmalı, ne de mağlubiyetlerle depresyona girmeli.  Elhamra duvarlarını sarmaşıklar gibi donatan “Va le Galibe İllallah!” yüreğimizde filizlenmeli.

 

                             TARIK BİN ZİYADIN EMANETİ

 

            Asırlara yayılan Endülüs İslam Medeniyeti üzerinde kısa bir ufuk turu yapıyoruz.

            Bir Akdeniz ülkesi olan ve adı tam sekiz asır Endülüs olarak şöhret bulan Bugünkü İspanya halen parlamenter monarşiyle yönetilmektedir. Portekiz’le birlikte olduğu halde yüz ölçümü itibarıyle ancak Türkiyenin üçte iki büyüklüğündedir. Kırk milyon nüfusa sahiptir. Halkının yüzde sekseni, çoğu kiliseye küskün Katolik, yüzde on ikisi ateisttir. Bugün İspanya halkının yüzde beşi Müslümandır. Yani bugün İspanya genelinde iki milyon din kardeşimiz yaşamaktadır.

            Müslümanlar  711  yılında ısrarlı yardım talebi üzerine Tarık bin Ziyad komutasında İspanyaya çıktılar. Tarık bin Ziyad, ağır vergilerle ezilen, fakirleşen Hispano-Romenleri ve Konsilin bir kararla köle durumuna düşürdüğü Yahudileri bir fermanla hürriyetlerine kavuşturdu ve rahatlattı. Herkesi kendi inancı ve düşüncesinde serbest bıraktı. Çok kültürlü kitlelerin birlikte barış içinde yaşamalarını sağladı. Endülüs İslam Medeniyetinin adalet şemsiyesi altında pratiği hayata yansıyan Mültikültürel sosyal yapı tam sekiz asır sürdü. Endülüste gelişmiş metodlarla eğitim veren Üniversiteler-Medreseler kuruldu. İslam medeniyeti, bu ilim merkezleriyle cahil Avrupaya teknik ve düşüncede aydınlanma ve Rönesans uyanışını kazandırdı.

            Endülüs Medreselerinde Kurtubi, Şatibi, İbni Hazm, Nureddin Matruci, Muhyiddin Arabi, İbni Haldun, Ebu Hayyan ve Muhammed Gafiki gibi insanlığa örnek ilim adamları yetişti. Uluslar arası boyutu aşan Endülüs Üniversitelerinde Afrika, Asya ve doğal olarak Avrupalı gençler eğitim gördüler. Kurtuba medreselerinde-üniversitelerinde okuyan öğrenciler arasında kral naibleri, krallar ve Papalar yetişti.

            İlk üç asır üniter-tek devlet olarak, birlik içinde varlığını sürdüren Endülüs Emevi Devleti, ne yazık ki; 1031 yılında daha çok lider çekişmeleri yüzünden merkezi otoriteyi kaybetti. Tavaifil Müluk dönemi başladı. Tek devlet bölünerek Beylikler ve zayıf Şehir Devletlerine dönüştü. Sonra da Endülüsün çevresini kuşatan Katolik krallıklar yerine ortaya çıkan on üç şehir devleti birbirlerine rakip ve düşman oldular.

 

            REKONKİSTA

 

            Müslüman beyliklerdeki bu iç karışıklıkları fırsat bilen Vatikan, dini otoritesini kullanarak küçük Katolik krallıkları birleştirdi ve Müslüman beyliklerin üzerine gönderdi. Beylikler teker teker düşmeye başladı. İlim adamlarının yönetici ve emirleri yaklaşan tehlikeye karşı uyarmalarına rağmen söz anlatamadılar.

            İlk defa 1085 yılında diğer beylerin ilgisiz bakışları altında, coğrafi bakımdan stratejik bir konumda olan Toledo, Katolik Birleşik Krallığının eline düştü.

            Birleşik krallık kuzeyden başlayarak tüm İber yarımadasını yeniden ele geçirmeye başladılar. Vatikan, bu yeniden ele geçirme işine, fetih veya işgal olarak, İber yarımadasında tek Müslüman kalmayıncaya kadar kesintisiz süren eyleme Rekonkista adını verdi.

            Endülüs otoritesi sona erince bağnaz Katolikler tarafından Müslüman ve Yahudilere karşı sistemli bir baskı ve katliam başlatıldı. Dininde sebat eden ve Katolik olmayan Müslümanları öldürdüler veya süresiz olarak zindana attılar. Şehir meydanlarında her yıl bir-kaç Müslümanı ibret olsun diye yaktılar. Bir Müslüman beylik Birleşik Krallık ordusu tarafından kuşatıldığı zaman diğer çevre emirliği hırıstıyanlara lojistik ve askeri destek verebiliyor.

            Yıl 1276. Müslümanların elinde yalnızca ülkenin güneyinde Granada-Kırnata kaldı.

            Vatikanın girişimleriyle 1469 başlarında Aragonla Kastilya, Kral Fernando ile Kraliçe Pasaklı İzabelin evlenmesiyle topraklarını da birleştirerek genişledi. Ordularını birleştirerek de güçlendi.           

            Bağnaz Katoliklerin ilmihal kitabı olan Kataşizmin ilkeleri doğrultusunda Katolik olmayan Endülüsün Müslüman halkına karşı işkence ve soykırım başlatıldı. Engizisyon tam iki asır devam etti.

            Endülüs İslam Medeniyetinden geriye bir iz, bir hatıra kalmasın diye sırayla camiler, medreseler, kubbeli hamamlar ve rafları el yazması kaynak eserlerle dolu olan kütüphaneler Kilisenin teşvikleriyle devlet eliyle yıkıldı. Taş üstünde taş kalmadı. Müslüman mezarlıkları karasabanla sürüldü ve hece taşlarında Huvelbakiler ve Elfatihalar yazan mezar taşlarından istinat duvarları örüldü. Divani ve sülüs hat üzre yazılı temel eserler meydanlarda günlerce yakıldı.                      

            Son Endülüs şehir devleti olan Granada 1492 yılında yazılı bir anlaşmayla Katoliklerin eline düştü. Birleşik Krallığın şehirden topladığı ganimetlerle desteklediği Kristof Kolomb, Hindistana ulaşan en kısa yolu bulmak için, sözde masum bir keşif gezisine çıktı. Karaya çıktığı her yerde soygun-talan ve yerli halklar üzerinde soykırım yaptı. Bu deniz seyahatıyla İspanya tam bir asır dünyanın en büyük sömürge imparatorluğunu kurdu.

 

            KAVMİYETÇİLİK  TUZAĞI VE TAVAİFİL MÜLUK DÖNEMİ

 

            Sekiz asır süren Endülüs İslam Medeniyeti trajik bir sonla noktalanmıştı.

İşkencelerle süren engizisyon tarihi boyunca, Müslüman halkın başına gelenler uzun zaman ve farklı coğrafyalarda bulunan İslam ülkelerindeki şair, yazar, ilim ve devlet adamını ağlatmıştır. Toledo, Kurtuba ve Granada için gözyaşıyla nice destanlar yazılmış.

            Vaftizle günah çıkaran ve bu metodla cennetin anahtarını satarak zengin olan Kilise, aklı ve hür düşünceyi teslim alarak karanlık dönemi başlatmıştı. Endülüste İslam Medeniyetinin birikim ve atılımları, ortaçağ Avrupa karanlığını, Rönesansa yani aydınlanma çağına dönüştürmeyi başardı. Avrupanın yaşadığı orta çağ, diğer tabirle Karanlık dönemde kılıcın ve zorbalığın gücü daima haklıydı(!). Derebeyler, korsan ve katil şövalye teşkilatları, feodalite ve krallara taç giydiren Vatikanın hükmü eğemendi.

Ezilen ve çoğu köleleştirilen İberya halkı, kendilerine hürriyet, güven ve refah getiren Müslümanları heyecanla karşıladılar ve onlarla bütünleştiler. Kuzey Afrikadan gelen Tarık bin Ziyadın ordusu bu yeşil ada halkı için beklenen bir rahmet rüzgarıydı. Ancak değişik tarihlerde Kuzey Afrikanın güçlü devleti, Murabıtlar ve Muvahhitlerle desteklenen ve takviye edilen bu aydınlık, fasılasız üç asır devam etti. Güçlüydüler ama çevrelerini kuşatan Hırıstıyan devletlerden ve üzerlerine gelecek olan Haçlı seferi gibi gaddar bir hazırlıktan habersizdiler. Alimlerin, yöneticileri ve halkı uyarmalarına rağmen, kendilerini bekleyen akıbetten de gafil ve tedbirsizdiler. Aralarındaki basit çekişmeler zamanla çatışmaya dönüştü.

 Ülke ve Yürek fatihlerini bekleyen bir tehlike belirmişti kapıda: Bu, koca bir medeniyetin sonunu hazırlayan kabile ve aşiret asabiyetiydi. Soy-sop ve bölgecilikle başlayan, kavmi asabiyet yüzünden çıkan geçimsizlik, huzursuzluk ve savaşlar çöküşün başlangıcı oldu.

Üç asırlık merkezi yönetimden sonra, 1031 yılından itibaren “  Tavaifil Müluk “ yani Beylikler Dönemi başladı. Site devletleri oluştu. Her şehir, yakın çevresindeki verimli tarım arazileriyle birlikte bir devlet oldu. Başında bir Emirin bulunduğu bu küçük Sultanlıklarda İslamın emrettiği Birlik fikri zamanla kayboldu. Üstelik küçülen arazilerini genişletmek için birbirine düştüler. Birbirinin rakibi, hatta düşmanı konumunda algılanan Müslüman şehir devletleri birbiriyle savaşmaya başladılar. Bu anlamsız ve tehlikeli savaşlar, Müslüman şehir devletlerini zayıflatınca, pusuda bekleyen Katalanlar bir hücumla ilk önce Barselona kalesini ele geçirdiler. 

Karşılarında İber yarımadasının kuzey ve kuzeybatı dağlık bölgelerinde yaşayan Kastilya, Katalonya, Aragon, Navara, Leon(Bask), ve Portekiz krallıkları, Vatikanın yönetiminde birleşip saldırıya geçtiler. Katolik krallıklar gittikçe küçülen Endülüsten parçalar koparmaya başladılar. İlk defa Tarık bin Ziyadın başkenti ( Tuleytula) Toledo düştü. !085 yılında Toledonun kaybı Endülüs için sonun başlangıcı olmuştur. Katolik krallıkların bu başarısında Vatikanın rolü çok büyüktür.

Bugün bütün dünya Müslümanlarının Endülüs tarihini doğru okuyup, benzer hatalardan korunması ve ders alması farzdır.

 

BURÇLARDAN DÜŞEN İLK TAŞ:TOLEDO

 

Dış dinamikler ve içerde kıyam eden

beşeri zaaf dolayısıyla birbirleriyle çekişen Müslümanlar zayıf düştüler. Özgüvenleri kalmadı, moralleri bozuldu. Vatikanın zamana yaydığı engizisyon zorbalıklarıyla, önce mensubiyet bilinçlerini yani kimliklerini, cebren vaftiz ederek dinlerini ve dillerini kaybettiler. Böylece Endülüsün işgali ve Müslümanların teslim alınmaları kolay oldu.

Tam üç buçuk asır birlik içinde, tedbiri öncelikli alan güçlü Endülüs yönetimi çevrelerindeki Katolik krallıklara karşı daima üstün geldiler. İlimde ve uygarlıkta dünyaya örnek oldular.

Ancak Endülüs İslam Medeniyetinin Emirleri, aşiret ve kavmi asabiyetiyle mal ve makam muhabbetiyle bölündüler. Devlet bir tek otoritenin yönetimindeyken, parçalandı ve on üç emirliğe bölündü. “Allahın ipine sımsıkı sarılın ve ayrılığa düşmeyin!” Emrini unuttular. Kur’an ilkelerine tutunmayı bıraktılar, dünya muhabbeti öncelikli oldu. Bir tepe, bir bağ, bir köy ve mezra’a yüzünden birbirleriyle kavgaya tutuştular. İki Müslüman Emir, birbiriyle çarpışırken, hepsinin ortak düşmanı olan komşu Hırıstıyan Krallıklardan asker ve silah yardımı aldılar. Gevşediler, Vahdet bilincini yitirdiler ve sünnet olan tedbiri elden bıraktılar. Aralarına tefrika ve düşmanlık ateşi düştü.

Karşılarında ise Papalığın öğretisi ve Vatikan yönetimi altında İber yarım adasındaki Hırıstıyan kırallar “Müslüman Düşmanlığını” tek ideal ve tek hedef haline getirdiler. Küçülen ve zayıflayan on üç Müslüman Beyliği teker teker ortadan kaldırmanın uzun vadeli programını yaptılar.

 

FATİHİN SEFER HAZIRLIĞI VE ŞEHADETİ

 

Granada emirliği ile birlikte işgal edilen bölgelerde zor durumda kalan Müslümanların ısrarlı yardım talebi üzerine Fatih Sultan Mehmet büyük bir ordu hazırladı. Elli iki yaşındaydı. Gençti ve kararlıydı. Ancak nereye doğru gideceği hakkında hala hiçbir tarihçi kesin yorum yapamamaktadır. Osmanlı ne zaman Batıda beliren Haçlı tehlikesine karşı hazırlığa girişse doğudan İran ve Mısır Kölemenleri bize karşı harekete geçiyordu. Bu nedenle 1481 yılında Fatih hazırlandığı seferi sır olarak muhafaza ediyordu.

Ancak Gebzedeki Hünkâr Çayırında saray doktoru Yahudi asıllı Yakup Paşanın tedavisi altındayken aniden vefat etti. Niçin Fatihi kurtaramadığı, tedavide hatası olduğu veya Onu zehirlediği için Yakup Paşa galeyana kapılan yeniçeriler tarafından infaz edildi.

Birlikte verilen ilaçlar sinerjik etkiyle şiddetli zehire dönüşmüş ve Vatikan el altından görüştüğü saray hekimi, dönme Yakup paşanın eliyle Fatih elli yaşının baharında şehit edilmiştir. (!)

Bazı tarihçiler Fatihin Romada oturan Vatikan üzerine yapacağı seferle Endülüs Müslümanlarını kurtaracağı maksadıyla bu tarihi girişimde bulunduğu anlatılır.    

 

ENDÜLÜSTE FETRET

 

Vatikanın yönetiminde Müslüman düşmanlığını kendi aralarında, dört başı mamur bir proje haline getiren Katolik krallar, asırlarca süren kindarlıkla savaştılar, on üç Müslüman Emirliğin tamamını zaptettiler. Örnek verelim: Müslüman Zaragoza Emiri Kastilya kralıyla anlaştı ve komşusu Müslüman Elkantarayı arazisine kattı. İşgalde yardımcısı olan Hırıstıyan Kastilya ordusuna da yağma ve talan ederek ele geçirdiği taşınabilir mal, para ve serveti verdi. Bu program asırlarca sahnelendi.

Tarık bin Ziyadın Müslümanlara payıtaht yaptığı ve daha önce de Vizigotların da başkenti olan Toledo 1085 yılında düştü. Hem de Endülüsün ilk kaybettiği şehir devleti oldu. Bu başarıyla Hırıstıyanlar, Müslüman fatihlerin de mağlup edilebileceğini gördüler.

Toledo Endülüs İslam Medeniyetinin burçlarından düşen ilk taş, İslam surlarında açılan ilk gedik oldu. Bu günkü Madrite sadece yetmiş kilometre mesafede olan Toledonun düşüşü çok hazindir: Nüfus bakımından üçüncü büyük şehir, ama stratejik konumuyla ilk planda gelen Tuleytula-Toledo, Emirin kendi halkına ihaneti sonucu işgal edilmiş.

Emir Yahya el Kadir, sert tutumu yüzünden kendini sevmeyen Toledo halkından intikam alırcasına Kastilya Kıralı Alfonso ile gizlice anlaştı: “Benim Belensiya-Valensiya’ya girmem şartıyla al Toledo senin olsun!”

Müslüman taraf için böyle onursuz bir sözleşme üzerine Şehir surları kuşatıldı. Katolik Kastilya ordusu kuzeyden, Atlas Okyanusu kıyısından Endülüsün ortasına doğru zorlukla geliyordu. Toledo muhasarası tam bir yıl sürdü. Müslüman halk kahramanca direndi ve mücadele etti.

Toledo halkı komşu Müslüman Emirliklerden yardım istediler. Fakat ne acıdır ki, Emirlikler zor durumdaki dindaşlarına değil, Hırıstıyan ordusuna yardım ettiler. Kuzeyden, adanın en uzak kesiminden kardeşlerini işgale gelen Katoliklerin acil ihtiyaçlarını karşılamışlar. Büyük miktarda erzak yardımı yapmışlar. Kuşatma ordusu sıkıntıya düştükçe gaflet içinde zalimleşen Emirler onlara yardım etmişler. Morali bozulan halktan komşu Emirler elçiler gitmiş: “Yapmayın, şimdi bizi kuşatan Katolikler, sonra da size saldıracak!”Söz anlatamamışlar. Çünkü dünya sevgisi bütün kötülüklerin başı dır.”Hubbuddünya erre’su kulli hatietun!”  

Bir yıl boyunca hiç kimseden yardım göremeyen Toledo mücahitlerinde silah sıkıntısı ve açlık tehlikesi başlayınca tekrarlayan saldırılara daha fazla dayanamamış. Kıral Alfonso son bir hücumla şehre girmiş ve Mücahitleri kılıçtan geçirmiş. Direnişe katılmayan halkla yaptığı anlaşmayla kimsenin malına, canına, inanç ve ibadetlerine müdahale edilmeyeceği yönünde teminat vermiş. İki ay sonra da Toledo Ulucamiini Katedrale çevirmiş.

Toledonun zaptıyla Katolikler güçlenmiş. Kuvvet dengelerini Müslümanlar aleyhine değiştirmiş. Toledo Endülüsün anahtarıdır. Stratejik konumu dolayısıyla Toledoya sahip olan er ya da geç bütün İspanyaya sahip olacaktır. Bu kent kuzeyden güneye inen yola hakim bir yamaçta kurulu.

Moral gücü artan Katolikler askeri avantajı da ele geçirdiler.

Endülüs şehir devletleri ne zaman başları belaya düşerse, o zaman Kuzey Afrikada bulunan devletlerden yardım istiyorlardı. Merkezi birliği kurmadan,uluslar arası kuralları hiç görmezden geliyor ve bilgelerin uyarılarına rağmen tedbirde kusur ediyor ve kendi elleriyle sonlarını hazırlıyorlardı. Önce Murabıtlar sonra da Muvahhidlerin gönderdiği ordularla Müslüman beylikler bir süre daha işgale uğramaktan korundular. Ancak günü kurtarmakla yetindiler, radikal bir kurtuluş hazırlıkları yoktu. Birbirlerine karşı kibir, üstünlük yarışı, mikromilliyetçilik ve kavmiyetçilik fitnesiyle düşmanca tavır almaları devam ediyordu.

Birleşik Kırallığın ordusuyla Muvahhitler arasında yapılan 1212- İkab savaşında Müslümanlar ağır bir yenilgi alınca Emirlikler tekrar korkulu rüya görmeye başladılar. Küçük Emirlikler birer birer teslim olmaya başladılar. Daha büyük Şehir devletleri de toprak kaybediyordu.

Taht kavgası ve dünya muhabbeti uğruna tarihi utanç tabloları da yaşanıyordu. Müslümanların basireti bağlanınca Vatikan tarfından Rekonkista idealine hız kazandırıldı. Saragoza Emiri, kendi saltanatına bir zarar gelmeyeceği umuduyla Hırıstıyan kuvvetleriyle ikili saldırmazlık anlaşması yapıyor ve ayrıca kuşatılan Kurtuba Emirliğinin işgaline yardım ediyorlardı.Yarım milyon nüfuslu ilim şehri başkent Kurtuba 1236 yılında kaybedildi. İlk yapılan Avrupanın en büyük sanat eseri Ulucami Katedrale çevrildi. Etrafı boşalan Endülüsün en kalabalık şehir devletlerinden Sevilla ( İşbiliyye ) 1242 yazında, komşusu Müslüman şehir devleti olan Gırnatanın, Katoliklerin ordusuna yardımlarıyla Kıral Ferdinand tarafından işgal edildi.

Endülüs tarihinde kötü bir örnek daha yaşanmıştı. Gırnatada Nasıri hanedanının Emiri Beni Ahmer, bütün İspanya Katolik Kırallıklarının toplu halde gelip surlarına dayandığı Sevilla kuşatmasında Hırıstıyanlara yardım etti. Sevilla da düştükten sonra İber yarımadasında Gırnata dışında başka bir Müslüman bağımsız şehir devleti kalmadı.

Hele 1248 yılı hezimetlerle kapanmış. Akdeniz sahilindeki Müslüman şehirlerinden Valensiya, Ceyyan, Şatibe, Şanter ve Arcun birer birer düştü.           

Gırnata Emirliği ise idare-i maslahat siyasetiyle iki buçuk asır daha varlığını koruyabildi. Yıllarca kuşatma altına alındı. Sağlam şehir surları sayesinde müthiş savunma savaşlarına sahne oldu ve kolayca teslim olmadı. Mektuplar yazıp, elçiler göndererek Fasta Mağrib emirliğinden, Mısırda hükümran Fatımiler ve Kölemenlerden ve Osmanlı Devletinden yardım istediler.

 

ULTİMO SUSPİRO DEL-MORO

 

Fakat dışardan yapılan diplomatik ve askeri yardımlar Endülüsün son Müslüman devleti olan Gırnatayı kurtaramadı. Çünkü her devletin kendine göre iç ve dış problemleri vardı. Haçlılara karşı kuşatılan Granadaya dış yardım yapılamadı, yapılan cılız dış yardımlar da  yeterli olmadı.

Nihayet Kastilya Kıraliçesi İzabel ile Aragon Kralı Ferdinand ordularını birleştirdiler. 1492 kışında Tapınak şövalyeleriyle takviyeli büyük bir kuvvet Gırnata surlarının önüne geldiler. Güçler arasında denge yoktu. Kadın ve çocukları katliamdan kurtarmak için bir anlaşmaya karar verildi. Şehirde yaşayan yarım milyon Müslümanın canı, malı ve dini hayatlarının güvenliğini garanti eden bir yazılı anlaşma yapıldı. Emir bütün ailesi ve hanedan mensuplarıyla birlikte İber yarımadasını terk edecekti. Şehir son Granada emiri Ebu Abdullah tarafından Kıral Ferdinanda teslim edildi. Sekiz asırlık Endülüs İslam Medeniyeti sona eriyordu.

Emir Ebu Abdullah, şehri çevreleyen Siera Nevada ( Karlı Sıradağlar ) üzerindeki boğazdan ailesiyle birlikte geçerken geriye dönüp, doğup büyüdüğü ve yıllardır yönettiği şehre baktı ve derin bir ah çekti. Sokakları dolduran askerlerin Elhamra sarayını nasıl yağmaladıklarını gördü ve ağlamaya başladı. Müdahaleleriyle kötü yönetimde payı olan Emirin annesi Fatıma çok ağır konuştu:

-          Ağla oğlum ağla! Erkek gibi dövüşmedin bari kadın gibi ağla!

Emir Abdullah Sağir, bu söze çok içerledi ve annesine dönerek:

- Ah dedi, böyle konuşacağını döşünseydim kanım Granada toprağına karışıncaya kadar çarpışırdım!      

İspanyollar Siera nevada dağları üzerindeki uzaklardan görülen bu tepeye o günden beri El Ultimo Suspiro del Moro “ Gözyaşı Tepesi” veya “Mağriplinin Gözyaşı Tepesi” derler. Gemileri yakarak gelen Müslümanları sekiz asırlık kararlı mücadelemizle nasıl gözyaşları içinde kovduk diye övünür ve gururlanırlar.

 

2.BÖLÜM

TESLİMDEN SONRA MÜSLÜMANLAR    

 

 Vatikanın gözünde Gırnatanın fethi ve sekiz yüzyıldan beri Müslüman eğemenliğinin son bulması İstanbulun rövanşıydı. Batı Avrupada solan İslam güneşi doğuda İstanbul üzerinden doğuyordu. Bağnaz Katoliklere göre ise “Konstantinopolis yani Bizansı kaybettik ama İspanyada Müslümanların eğemenliğine son verdik.”diyorlardı.

Gırnatanın yazılı bir anlaşmayla teslimi Doğu Roma İmparatorluğunun son kalesi olan İstanbulun Müslümanlarca fethine karşılık olarak düşünülüyordu. Gırnatanın ele geçmesi üzerine Başta Vatikan olmak üzere özellikle Avrupanın bütün Katolik kiliselerinde günlerce çanların çalınmasıyla kutlandı. Hatta Ortodoks, anglikan ve Evangeliş bütün Hırıstıyan ülkelerinde sevinçle kutlandı.

İspanyanın Katolik Kırallıkları yüzyıllardır Vatikanın teşvik ve destekleriyle İber yarımadasının tamamını ele geçirmiş oldular. Gırnatada az sayıda yerli Hırıstıyan halkın dışında Müslümanların koruması altında ticaretten siyasete bütün sosyal etkinlikleri özgürce yaşayan Yahudiler yoğun bir kalabalığı teşkil ediyorlardı. Ancak Müslümanlar mevcut nüfusun yüzde doksanından fazlaydı. Moriskolardan Müdeccenlere can endişesi altında dinini gizleyenler de, tehlikeyi göze alıp aşikâre Müslüman’ca ibadet, kıyafet ve ibadetini yaşamak isteyen halk artık sahipsiz ve korumasız kaldılar.

İspanya Kıralları, altına imza attıkları yazılı anlaşmalara bir süre daha uymak zorunda olduklarını görüyorlardı. Bölgede sebze ve meyveden süt ürünlerine kadar bütün günlük zaruri gıda üretimi çiftçiler ve hayvancılıkla uğraşanlar Müslümanlardı. Gırnata çarşısındaki bakkaldan kasaba, kuyumcudan fırıncıya kadar bütün esnaf ve zanaatkârların tamamı da Müslümanlardandı. Sürgün etse veya kılıçtan geçirmeye kalksa, ülkenin ekonomik hayatı biterdi. Ancak Vatikan bir an önce bütün Müslümanların din değiştirmelerini, vaftizden geçirilip Katolik kilisesine bağlanmalarını istiyor ve Krallardan bunun acilen yapılmasını istiyordu.

 

İKNA ODALARI

 

Birleşik Krallık on yıl bekledikten sonra Konsilin aldığı bir kararla yazılı anlaşmanın bütün hükümlerini çiğnedi.

Müslümanlar ya Ülkeyi terk edecekler, ya da toplu halde Hırıstıyanlığı kabul edeceklerdi. Çember daraltılıyordu. Katoliklerin iki yöntemi vardı: tehdit veya ikna.Bazı papazlar ve piskoposlar Müslüman halkı İKNA yöntemiyle Hırıstıyanlaştırmayı denediler. Ehliyetli rahipler ve sömürgelerde çalışmış ve ispanyaya yeni sömürge alanları açmış misyonerler kurdukları ikna odalarında birebir ve sabırla telkin ettikleri halde inançlı Müslümanlar üzerinde etkili olamadılar. Bu metot yavaş gidince YASAKLAR dönemi başlatıldı. Büyük Müslüman toplumun dini inançlarından kaynaklanan örf ve adetleriyle bağları koparılacaktı.

Baskı ve zorlamaların başında Müslüman kadınların başörtüsü ve uzun etekli elbiseleriydi. Sonra 1508 yılında bir ferman yayınlandı. Kadın-erkek bütün Müslümanlar alıştıkları kendi geleneksel kıyafetlerini, sarıktan şapkaya, şalvardan pantolona kadar değiştirecekler. Asırlardır, giydikleri zaman kendilerini rahat hissettikleri geniş kıyafetler bir günde terk edilecekti. Bu Katoliklerin ön şartıydı.

Baskı zamana yayılan engizisyona dönüştü. 1526 yılında ise alınan yeni bir kararla Müslüman kadınların kıyafetlerine yönelik baskı arttırıldı. Öncelikle başörtüsü takmak kesinlikle yasaktı ve baş açılacak, saçlar görülecekti.

Tahriklerle halkta huzursuzluk arttı. Rahatsızlık sokaklardan evlere kadar uzandı. Hapse atıldılar, işkence gördüler, daha fazla direnenler ise örnek olsun diye şehir meydanında yakıldılar. Daha fazla dayanamayanlar malını mülkünü satıp Kuzey Afrikaya göçtüler. 1568 yılında ise Gırnata Müslümanları kadın erkek sokaklara döküldüler. Yönetime karşı büyük bir isyan başlatıldı. Müdahale eden Kraliyet ordusuna karşı iki ay boyunca sokak savaşları verildi. Gırnataya sevk edilen takviye askeri güçlerle yüzlerce Müslüman genç şehit edildi. İsyan çok kanlı şekilde bastırıldı.

Engizisyonun işkencelerine karşı, erkeklerden daha çok direnen Müslüman kadınlar sokağa çıkacakları zaman çaresizlik içinde istemeyerek Hırıstıyan kıyafetlerini giymeye başladılar. Medreseler ve camiler yıkıldı. Ulucamiler Katedrale çevrildi. Zorla halkın dini değiştirildi. Vaftizden geçirilip cebren Katolik olmaya zorlandılar. Tarlaları, dükkânları, evleri, taşınmaz mallarının tamamı müsadere edildi. Müebbet hapse mahkûm edildiler. On binlercesi sürgün edildi ve meydanlarda yakıldılar.

1550 yılına kadar yaklaşık iki milyon kadın-çocuk Müslüman kalkın en az yarısı kıyıma uğradı. Kılıçtan geçirildiler, toplu mezarlara gömüldüler. Kuzey Afrikaya taşımak için gemilere bindirilen binlerce Müslüman iyice açıldıktan sonra denize atılarak boğuldular.

 

 

 

ENDÜLÜSTE  KÜLTÜR  KATLİAMI

 

Bütün Endülüs şehirlerinde camiler, kütüphaneler, medreseler ve birer sanat eseri saraylar üzerlerinden buldozer geçmiş gibi yıkılıp viraneye çevrildi. Yüz binlerce el yazması kitap talan edildi, yırtılıp parçalandı ve meydanlara yığılıp yakıldı.

Beş bin civarında altın yaldızlı tezhiple müzeyyen, paha biçilmez Mushaf-ı Şerifler papazlar tarafından cami avlularında yakılıyordu.

Daha bir asır geçmeden Endülüs İslam Medeniyetinden geriye hazin bir figan kaldı. Geç de olsa Osmanlıya ulaşan Feryat namelerle, öldürülen Müslümanlarla yetim bırakılan çocukların acı feryatları kaldı.

İnsan nesli üzerinde pratiği yapılan Soykırım örneği Endülüste yaşanıyordu.

Kralları soykırıma zorlayan Vatikan ise bu cinayetlerin baş sorumlusuydu.

 

ENDÜLÜSÜN  MİRASI

 

Sadece Endülüsün dışına çıkarılabilen kitaplar kurtulabildi. İslam Medeniyetinin Endülüsteki son Emirliği olan beş yüz bin nüfuslu Gırnatada halkın ibadet ettiği yedi yüz caminin hepsi de yıkıldı. Yıkılmayanlar ya küçük bir tadilatla kiliseye dönüştürüldü, ya da ardiye ve depo olarak kullanıldı. Dört yüz ilim yuvası medrese ve yetmiş kütüphanenin çoğu yıkıldı. Geniş salonlu bazı kütüphaneler ise misafirhane, meyhane ve lokantalara çevrilerek amaç dışı kullanıldılar. Mahalle hamamlarının bir kısmı formatı ve sahipleri değişerek hizmet vermeyi sürdürdüler.

Bugün İspanyayı ziyaret edenler her şehirde Endülüs İslam Medeniyetinin mirası olan, birkaç boynu bükük esere rastlayacaktır.

Kurtubada bir zamanlar aynı anda otuz bin Müslümanın omuz omuza ibadet ettiği Avrupanın en büyük ibadethanesi, Meskito-Katedrale çevrilmiş. Turistler sütunlar arasında hayranlıkla dolaşıyor. Yeni doğan çocuklar annelerinin kucağında bir tas okunmuş su ile ayazmada vaftizden geçiriliyor. İmamuddin Ebu Hayyanın hadis dersleri verdiği Kürsüde bugün Papazlar Günahlarını itiraf edenlere cennetin anahtarlarını dağıtıyor. Büyük bir org, Mozarttan senfoniler çalarken siyahlara bürünmüş yaşlı kadınlar mum yakıyorlar.

Kurtuba şehir merkezine altı kilometre uzaklıkta, Emirliğin yönetim merkezi ve konutları olan Medinetu-z Zehra kalıntıları bugün bir enkaz yığını olarak sergileniyor.

 

SEVİLLADA BİR MİNARE:GİRALDA-HİRALDA

 

Kadim ilim merkezlerinden Sevilla-eski adı İşbiliyye- şehrindeki El Kasr-Alkazar sarayı, bugün Müze ve Devlet konukevi olarak resmi misafirleri ağırlıyor. On yıl önce Demirel, yakın zamanda da Medeniyetler Buluşması etkinliklerine katılmak için İspanyaya giden Başbakan Recep Tayip Erdoğan bu Endülüs eseri sarayda ağırlandılar.

Alkazarın eski bahçesinde Sevilla katedraline çevrilen Ulu Cami ve şerefesine çan kulesinin monte edildiği minare. Dikdörtgen prizma formatında ve şehrin en yüksek kulesi olan bu eski minareye merdivenle değil, geniş bir rampa koridorla çıkılıyor. Sevilla şehrinin en güzel panaromik görüntüsü, adına “üç kule” denilen bu minareden seyredilir. Endülüs İslam Medeniyeti döneminde vakit ezanlarını okumak için bu minareye yaşlı müezzinler katırla çıkıp-inerlerdi. Şehri işgal ettiği gün Kral Frederik bu minareye atıyla çıktı ve Sevillayı gururla seyretti. Gezginler bu çan kulesini Iraktaki Samarra minarelerine benzetirler. Bu minarenin geniş pencerelerinde ikişer rik’at namaz kıldık ve şerefelerinde ancak yanımızdakinin duyabileceği sesle ezanlar okuduk.

Endülüste düşen son Müslüman kalesi olan Gırnatadaki şaheser Elhamra sarayı ile Cennetul Arif denilen nadide bahçesi ayrı bir konu teşkil eder.

 

ENDÜLÜS’ÜN  YAKILAN  KÜTÜPHANELERİ

 

            Ortaçağda Avrupa fikri uyanışını Endülüs Müslümanlarına borçludur.

Bugün konuşulan İspanyol dilinde dört bin Arapça kökenli kelime yaşıyor. Fonetiği kısmen değişmiş Arapça kelimelerle İspanyol dili de Türkçe, gibi zenginleşmiş. Portekizcede daha fazla olmak üzere Fransız dilinde de Arapça kökenli kelimeler var.

Vatikan İslam düşmanlığını tarih boyunca daima bir kan davası haline getirmiş. Ortadoğuyu talan eden Şövalye sürüleri gerçi Selahaddin Eyyubi ve Kılıçarslandan ağızlarının payını alıp geri dönmüşler ama yalnız ve sahipsiz Endülüs, yoğun Haçlı Seferleri sonunda işgal edilip tarih sahnesinden silinmiş.

Toledo ( Tuleytula ) 1085 yılında bizzat emirin halkına ihaneti sonunda Katoliklerin eline düşünce, Gördükleri kütüphaneler ve içindeki paha biçilmez kitaplar, ilmi seviyeleriyle Hırıstıyan yazarları hayrete düşürdü. Yaşamayı kolaylaştıran taş kaplı yollar, köprüler, çeşmeler, medreseler ( Üniversiteler ) ve camilerle ileri bir uygarlıkla karşılaştılar. Derhal bir tercüme okulu kurdular. Sosyoloji, tıp ve felsefe alanında üstün bir uygarlığın ürünleri olan temel eserleri hızla Latince, İspanyolca ve Fransızcaya çevirmeye başladılar. Bu tercümelerde İspanyol Yahudilerinin büyük emekleri olmuş. Çevrilen eserler asırlarca Avrupa üniversitelerinde öğrencilere okutulmuş. Müslüman ilim adamlarından İbni Rüşt, İbni Hazm, Kurtubi, Ebu Hayan, İbni Arabi ve İbni Haldun’un eserleri öncelikle Latinceye çevriliyordu. Yetkili kurullar tarafından Tıp dalında da Ebu Hayyan, Tabib Muhammed Gafiki, Biruni ile İbni Sina’nın eserleri Latinceye tercüme edildi.

İtalyan yazar Dante, “Divinia Komedi- İlahi Komedya” adlı eserini Muhyiddin Arabiye borçlu. Keza futurolog Nostradamus şöhretini yine İbni Arabiye borçludur.

Toledo’da kurulan Tercüme Okulu vasıtasıyla Endülüs İslam Medeniyetinin ürünleri olan eserler Avrupa dillerine aktarıldı.

Düşünür İbni Rüştün Aristo şerhi sayesinde Avrupalı düşünürlüer Aristoyu ancak anlamaya başlamışlar.

İbni Sinanın El Şifa, El Kanun fit Tıb ile Hayvanat, Biruninin ilaçların ve şifalı otların isimlerinin altı ayrı dildeki karşılıklarıyla kaleme aldığı Eczacılık Kitabı, orijinal adıyla  Kitabus Saydale fit Tıb, ve yine Biruniden “Astronomiye Giriş”, “El Kanun-ul Mes’udi” ve yine en büyük eserleri arasındaki “Astronomiden Coğrafyaya Yenilik Keşif ve Buluşlar”, Harzeminin El Cebr kitabı, Mekritinin Astronomi Cetvelleri sırayla Latince, Fransızca, İtalyanca ve İspanyolcaya çevrildiler.

 

 

 

 

 

TERCÜME OKULUNDAN MİSYONER OKULUNA

 

Tercüme edilen bu eserler tam dört asır okutulan Avrupa üniversitelerinde on binlerce talebe yetiştirdi. Kurulan bu Toledo okulunda yetişen Yahudi öğrencilerin tercüme işlerinde büyük emekleri olduğu kaynaklarda zikredilir.

Ancak 1250 yılında Toledo Tercüme Okulunda program değişti. Bu Doğu Araştırmalar Okulunda Müslüman ve Yahudileri Hırıstıyanlaştırarak bu uğurda çalışacak misyoner yetiştirmeye başlamışlar.

Tarihte ilk defa 1145 yılında Fransada bir Misyoner merkezinde Kur’anı Kerim Latinceye çevrildi. Çünkü bu yüzyılda Avrupada kültür dili Latinceydi.

İslam Kültürü Avrupaya aktarıldıkça batı düşüncesinde bir atılım ve aydınlanma dönemi başladı. Batı düşüncesi bu çeviri ve tercüme eserlerle daha ortaçağ başlarında İslam düşüncesiyle tanışmış oluyordu. Bu kültürel diyalog Rönesansın ve aydınlanma çağının başlamasında itici güç oldu. Akıl ile İmanı bağdaştıran İslam düşüncesi Avrupanın manevi dünyasını aydınlattı. Kadim Yunan düşüncesi ve Katoliklerin İlmihal kitabı olan Kataşizmin sürüklediği Batı düşüncesinin saplandığı bataklıktan, tanıştığı ve örnek aldığı Endülüs İslam Medeniyeti çıkarmış ve onlara seviye kazandırmıştır.

 

3.BÖLÜM

GIRNATA – GIRANADA

 

Endülüs İslam Medeniyetinin Katoliklerin eline düşen son kalesi.

Beylikler Döneminin ( Tavaifil Müluk ) en uzun ömürlü Müslüman şehir devleti.

Nasri hanedanınca yönetilen Beni Ahmer Devletinin iki buçuk asır başkenti olmuş.

Gırnata, Siera Nevada ( Karlı Sıradağlar ) eteklerinde ve Darro çayının iki yakasında verimli bir ova üzerinde kurulu. Her ağacın yetiştiği fakat özellikle Nar bahçelerinin ve narlıkların bol ekildiği bir ova. Granada – Gırnata-Garnad, nar demektir.

Gırnata, fetihten önce küçük bir kasabaydı. Bu güzel şehirde Katoliklerle birlikte hayli kalabalık bir Yahudi topluluğu yaşıyordu. Milattan Sonra 305 yılında bir Hırıstıyan konsili burada toplandığından Gırnata dini önem kazandı.

İslami dönemde, diğer beylikler arasında özel bir yeri oldu. 711 yılında İber yarımadasının Müslümanlara açıldığı Vadi Lekke Muharebesinden sonra, Tarık bin Ziyad, mücahitleriyle birlikte sahilleri zapt edip, üç koldan İspanya içlerine daldı. Üç yıl içinde kuzeyin dağlık bölgeleri hariç İspanyanın dörtte üçü fethedildi.

İspanyada yaşayan bütün Yahudiler, kilisenin aldığı bir kararla hürriyetlerini kaybetmiş ve Yahudiler köle sınıfına düşürülmüştü. Bütün hak ve özgürlüklerini kaybeden Yahudiler, kuzeyde Fransa kralından, güneyde ise Kuzey Afrika valisi Musa bin Nusayrden elçiler göndererek yardım istediler. Ağır vergilerle ezilen ve fakir düşen Hırıstıyan halk ile ölen Vizigot kıralı Vitizanın çocukları da hanedan haklarının iadesi için yardım istiyorlardı.

Tarık bin Ziyad, fetihten sonra Yahudilerin köleliğine son verdi. Yahudiler de diğer topluluklar gibi yeniden ticaret, seyahat ve teşebbüs özgürlüğüne kavuştular. Yahudiler özellikle Gırnata şehrinde yoğunlukla toplandı ve bu kente yerleştirildiler. Valilik döneminden itibaren şehrin güvenliğiyle görevlendirildiler. Yani Gırnatanın güvenliği Müslümanlarla birlikte Yahudilere bırakıldı.

Ayrıca Kuzey Afrika üzerinden gelen on bin Şamlı asker de Gırnataya yerleştirildi. Gırnata şehri kuşatan dağları, bereketli ovaları ve akarsularıyla Şama çok benziyordu. Şamdan gelen askerler bu şehre Dımışk dediler. Şamda Cebel Kasyon vardı, burada da El Bayzın tepesi, Sakramento ve Kızıl tepe-Kolina Roha vardı. Şamın ortasından Nehrul Baradi, Granadanın ortasından da Darro ırmağı geçiyordu. Yemyeşil ve sulak bir coğrafyaydı. Başlangıçta Suriyeden gelenler bu şehre Dımışk dediler. Bugün Şamda ve Cebel Kasyonda Muhyiddin Arabi ile Mevlana Halidi Bağdadi, Kızıltepe-Kolina Roha’nın üzerindeki Müslüman mezarlığında Muhammed Esad, Siera Nevadaların yamacında medfun.    

Yerli Hispano-Romenlerle Portekizli Hırıstıyanlar fetih ordusuyla birlikte gelen huzur, bolluk ve adalet karşısında hızla Müslüman olmaya başlamışlardı. Bunlara Muvelledun denildi. Muvelledun yani İslamla hayata yeniden doğanlar.

Ancak bir süre sonra Yöneticilerin yanlış tutumları yüzünden Muvelledunlarla dışardan gelen Müslüman toplulukların arası açılmaya başladı.

Şimdi olduğu gibi asırlarca Gırnata denilince El Hamra Sarayı akla geliyor. Şehre hakim Sabika-Sebike tepesinde kurulu Kırmızı Saray yahut El Hamra.

Berberilerin Ziri hanedanı tarafından Gırnata nadide saraylar, çeşmeler, medreseler ve camilerle donandı. Son yöneticilerde Emir Habus, sarayda sade bir hayatı tercih edip geri planda yaşarken, aktif yönetim ve tüm devlet işlerini zengin, karizmatik ve akıllı bir tüccar olan Yahudi Samuel’e bıraktı. El Hamra sarayının sular ve fıskıyelerle süslenen Aslanlı bahçesinde Yahudi Samuelin damgası var. Havuzun çevresinde heykelleri mermerden oyulan meşhur on iki aslan, on iki Yahudi kabilesini temsil ediyor.

Beyliklerden önceki, Murabıtlar ve Muvahhitler döneminde şehri ikiye bölen Darro ırmağı üzerinde köprüler ve muhkem tepelere de Kasrı Seyyid gibi saraylar yapıldı. Birliği sağlayan ve Halk eğitim merkezi görevini üstlenen Zaviyeler de bu dönemin eserleri arasında.

Muvahhitlerin 1212 yılında Birleşik Krallık ordusuyla yaptığı İkab savaşında yenilmesi üzerine açık bir otorite boşluğu oluştu. Merkezi otoritenin ortadan kalkması Müslümanlar için sonun başlangıcıdır. 1238 yılında Kuzey Afrikadan gelen İbni Ahmer, Gırnatada Nasri devletini kurdu.

 

LE GALİBE İLLALLAH!

 

İbni Ahmer  El Hamra sarayını yaptırdıktan sonra şehir surlarını tamirle tahkim ettirdi.

Müslümanların en yoğun olarak yaşadığı Emirliklerin başında gelen Gırnatayı ele geçirmek için Kastilya Kıralı Alfonso şehri defalarca kuşatmış. Bir yıl süren muhasaradan sonra onuncu Alfonso kuşatmayı çözüp geri çekilmiş. Bu sefer de 1280 ve 1281 yıllarında komşu Müslüman Emirlikler büyük ordularla Gırnata üzerine yürüdüler. Gırnata bu sefer de aldığı dış yardımlarla işgal ve talandan kurtulabildi.

İki asır boyunca İber coğrafyasında Endülüs İslam Medeniyetini temsil eden tek Emirlik olarak yaşadı. 1431 yılında ise yine Kastilya Kırallarından İkinci Juan şehri kuşattı. Karşılaştığı kuvvetli savunmayla surları aşamadı. Gırnata Emirliği içerde taht kavgalarıyla hırpalandı, yıprandı. Dışardan yapılan arkası bitmeyen saldırılarla yalnızlığa itildi ve zayıfladı. Gücü tükenmeye başladı.

Nihayet Kastilya Kıraliçesi İzabel ile Aragon Kıralı Ferdinand Vatikanın aracılığıyla evlendiler. Bununla İspanyanın siyasi birliği kuruldu. Ekonomik güç arttı, Şövalyelerle takviye edilen ordu büyüdü ve kuvvetlendi.

Gırnatadaki iç karışıklıkları yakından takip eden Kıral Ferdinand, fırsatı kaçırmadı. Şehri teslim etmesi için Emir Ebu Abdullaha sert bir ultimatom gönderdi. Ebu Abdullah Ferdinandın tehditkar elçilerini reddetti. Bunun üzerine şehir, Birleşik Krallık Orduları tarafından altı ay boyunca kuşatıldı. Sivil halk aşırtma toplarla bombalandı. Surlar delindi, burçlar dağıldı ve iki taraftan da kayıplar çoğalmaya başladı. Hiçbir yerden yardım alamayan Müslümanların erzak ve cephaneleri tükenirken Gırnatada salgın hastalıklar baş gösterdi. Ne Kuzey Afrika ne Mısır ve Osmanlıdan yardım konusunda bir umut ışığı göremeyen Emir Ebu Abdullah Sağir, yazılı bir anlaşmayla Gırnatayı Ferdinanda teslim etmek zorunda kaldı.

Bununla İspanyada Müslümanların sekiz asırlık hâkimiyeti hazin bir şekilde sona eriyordu.

Anlaşmaya göre, Emir Abdullah ile hanedanının Afrikaya geçmesine izin verildi. Yine anlaşma metninde Gırnatada yaşayan Müslümanlarla birlikte Yahudiler için de can, mal ve ibadet güvenliği istenmiş ve kabul edilmişti.

Fakat veyl mağluplara ve La galibe İllallah!

İşgalden iki ay sonra Ferdinand ve İzabel sözlerinde durmadılar. Önce şehrin sosyal dokusunu teşkil eden Müslümanlara dokunmadı, çünkü şehirde ekonominin bel kemiği olan fırıncıdan küçük-büyük el sanatlarına kadar hemen hepsi de Müslüman esnaf ve zenaatkarlar tarafından çalışılıyordu. Ama Gırnata merkezinde bulunan Yahudi mahallesini yıktırdı. Yerlerine bir kilise ve hastane yaptırdı.

Yahudiler zorla İspanyadan sürüldüler. Ne tuhaftır ki: Hiçbir Avrupa devletinin istemediği Yahudileri Osmanlı Devleti büyük bir İslami hoşgörüyle göçmen olarak ülkesine kabul etti. İspanyadan gelen Sefarad Yahudileri İstanbul, İzmir, Bursa ve Selaniğe yerleştiler.

 

 

 

CEBELİTARIK

MALAGA

RONDA

KURTUBA   YAZILARI

 

ENDÜLÜSE VEDA

Gırnata bütün tahribata rağmen, Katoliklerin eline geçişinin ilk on yılında tipik Müslüman şehri görüntüsünü korudu. Gırnata: camileri, cami etrafını kuşatan ticaret merkezi dükkânları, kapalı çarşıları ve uzaklardan görülen minareleriyle ünlüydü.

Gırnata onuncu yüzyılda Endülüsün ve Avrupanın en zengin ve en kalabalık şehirlerinden biri olarak bilinir. Bu güzel şehirde en çok Berberi, Arap ve Yahudiler yaşar. Bunlardan başka Gırnataya ticaret yapmak için gelip giden Kastilyalı, Aragon, Katalan ve Portekizliler de yoğun şekilde bulunurdu. Ülkeler arası yapılan ticaret çok canlıydı.

Gırnatada Arapça ve Latinceden başka İber yarımadasında konuşulan yedi farklı dil mensubu birlikte yaşardı. Arada lehçeler ve melez dillerin de konuşulduğu bu mültikültürel topluluk barış ve huzur içindeydi.

Bu zarif şehrin halkı sakin, kültürel düzeyi yüksek, geçim ehli, çarşı esnafı ve zanaatkârıyla güzel insanlardı. Endülüste nesiller boyu çocuk yaşlarda verilen temel din kültürü üzerine disiplinli bir eğitimle büyük ilim adamları yetişti. Gırnata halkı çocuklarına her şeyden önce Kur’an-ı Kerim öğretirlerdi. Sonra da düzenli askeri eğitimle savunma ve saldırı sporlarını öğretip gençleri birer usta savaşçı olarak yetiştirirlerdi. Müslüman halk yalnız Ramazan ve Kurbanı değil, Muharrem ayını, mevlit ve kandilleri de bayram gibi kutlarlardı.

Elhamra sarayında müzik aletleri çalınır ve şarkılar söylenirdi. Başta gitar olmak üzere enstrümanlardan taşan nağmeler Elhamra sarayından Granada ovasına yayılırdı. Bu parçalardan biri Mısır üzerinden gelen bir parça, bestesiyle yıllardan beri söylenmektedir. Aslı Kaside-i Endülüsiyye yahut Muvaşşehatı Endülüsiyye olarak bilinir.

 

Kaddukel Meyyesu ya Ömri,         “Servi boylum ömrüm benim

Ya Guseynel been Tel Yusri           Salınan been ağacına benzersin

İnte Ehlennese fi Nazari                  Sen gözümde insanların en güzeli,

Celle Men Savveke ya Kameri!      Ey ay parçası, seni yaratan Mevla ne yücedir!”

 

 

 

Kaddukel Meyyesu Muzmele        Servi boylum sen salındığında

Lahzu kel Fettenu Kattale              O Fettan bakışların can alır

Kul Livasil Kutlu Le-Le-Le            Kavuşmamız ne zaman, sen diyorsun yok-yok-yok

Faktail emele vantazıri                    Ümidini kes ve beni bekle

 

Yıllardır dinlediğimiz “Ada sahillerinde bekliyorum” şarkısının bestesi Kaside-i Endülüsiyye’den alınmıştır.

 

Ada sahillerinde bekliyorum

Her zaman yollarını gözlüyorum

Seni senden sevgilim istiyorum

Beni şad et Şadiye başın için.

 

Nerede o gül gibi leylaklar

Sararıp soluyor da yapraklar

Bize mesken olunca topraklar

Beni yâd et Şadiye başın için

 

Yeni saraylar yapılmaya başlandı. Sınırsız israf başladı. Hazine- Beytülmal halkın hayat standartlarını arttırmaya, ilme-eğitime, savunma stratejilerine yoğunlaşarak üzerlerine gelenlere karşı güçlenmeye değil, sarayda yaşayan seçkin bir gurubun arzularına göre harcanıyordu. El Hamra sarayı, Kasr-ı Seyyid ve Siera Moreno üzerinde Medinetuz Zehra gibi saraylar yapılıyordu. Saraylarda içkili, çalgılı-çengili zevk ve işret alemleri düzenleniyordu.  

Osmanlı devletinde aynı örneği müşahede ediyoruz. Beş asır Topkapı gibi bir basit bir yerleşim ünitesinde tevazuuyla Devlet yönetilmiş. Osmanlının yıkılış dönemlerinde ise Avrupalılardan alınan borçla Dolmabahçe Sarayı, Beylerbeyi, Çırağan ve Yıldız sarayları inşa edilmişti.   

Gırnatanın altı yüz köyünde ipek böcekçiliği yapılırdı. Dokuma tezgâhlarında seri olarak dokunan beyaz ve renkli ipekler başka ülkelere ihraç edilirdi. Gırnata hanımları ipekli kumaşlar giyerlerdi. Etrafı yüksek duvarlarla çevrili olan evlerin iç avluları küçük fıskiyeli havuzlar, portakal ağaçları ve yayılan bayıltıcı kokularıyla gül, sardunya veya fulya saksılarıyla dolu olurdu.   

Zeytincilikten başka meyve ve sebze üzerine yapılan bahçe tarımıyla iç piyasanın ihtiyaçları karşılanırdı.

 

SEFARAD YAHUDİLERİ 

 

Fetihten sonra Kuzey Afrikadan İber yarımadasına göçen Ziri’ler, Berberi kabilesine mensup güçlü ve kalabalık bir aileden gelirler. İşte asıl Ziri’ler döneminde Gırnata şehri olaylı yıllara sahne oldu. Son yöneticilerden Emir Habbus, mizacı itibarıyla sade, basit, dervişane ve halk tarzı kanaatkâr bir hayatı tercih ediyordu. Gırnatanın bütün devlet işlerini bilge bir şahsiyet olan tüccar Yahudi Samuele (İsmail ) emanet etmişti. İber yarımadasına çıktıkları günden beri. Müslümanlar, Katoliklerin elinden çok eziyet çeken Yahudileri kurtardılar ve onları daima korudular. Bu yetmezmiş gibi vezir Samuel gibi bir Yahudiyi bütün Müslüman halkın da başına getirdiler. Bu durum özellikle Müslüman halkın bir kısmı üzerinde memnuniyetsizliğe sebep oldu.

Samuelden kırk yıl sonra da Samuelin oğlu Jozef ( Yusuf ), yine Beni Ahmer hanedanının tercihiyle vezaret makamına getirildi. Halkın yönetimi ve uluslar arası ilişkilerden sorumluydu. Vezir Jozef, Gırnatayı güzelleştirmek için yeni saraylar ve halkın ekonomik hayatını canlandırmak için de yeni çarşılar yaptırdı. Yahudi asıllı vezir Jozef, babası Samuelden farklı olarak, daha müsrifti, zevkperest-bohemdi ve ehli dünya bir idareciydi. Lüks ve israf içindeydi. Devletin parasını-Beytulmalı saraylara, köşklere ve heybetli inşaatlara harcıyordu. Emirin içe dönük, münzevi ve uhrevi mizacı vezir Jozefi başına buyruk davranmaya cesaretlendiriyordu.

Hatta Jozef, İber yarımadası üzerinde bağımsız bir Yahudi devleti kurmak istiyordu. Jozefe göre Gırnatada bu teşebbüs için yeterli sebep ve imkân vardı. Yarım milyon nüfuslu şehirde oldukça zengin, kültürel düzeyi yüksek-entelektüel, ülke ticareti ve politikasında etkili-söz sahibi bir Yahudi nüfus yaşıyordu. Bu tablo Jozefe cesaret veriyor ve Onu şımartıyordu.

Önce Emirin veliahtı olan tek oğlunu suikastla öldürttü. Sonra da Emirin yerine geçme ihtimali olan iktidar alternatiflerini bertaraf ediyordu. Entrikayı hazırlıyor ve daima olayın dışında kalmayı ve uzakta görünmeyi başarıyordu.

Vezir Jozefin hazırladığı plana göre komşu şehir devleti Mer’iyye Emiri ile görüşüp anlaştı. Gırnatayı Emire teslim edecek ama karşılığında daha küçük Mer’iyye şehrine sahip olacaktı. Niyeti bağımsız bir Yahudi devleti kurmak ve kendisi de o devletin başına Kıral olmaktı.

Jözef daha da ileri gidiyor, velinimeti olan Müslümanlara karşı, toplantılarda utanmadan ve çekinmeden Kur’an ayetlerini alaya alıyordu. İslamiyetin sahte bir din olduğunu pervasızca ve küstahça söylüyordu. Münevver Araplar ve Müslüman Berberiler bu tahrik dolu hakaretleri içlerine sindiremediler. Gırnatada bir huzursuzluk ve kargaşa başladı.

Müslümanlarla Yahudiler arasında çarşıda bir kıvılcım gibi başlayan kavga büyüdü ve kısa bir zamanda Müslüman-Yahudi savaşına dönüştü. Günlerce süren çarpışmalarda yüzlerce Müslüman şehit düşerken, Yahudiler iki binin üzerinde kayıp verdiler. Asıl bu toplumsal fitneye sebep olan vezir Jozef de bu iç savaşta halk tarafından öldürüldü.

Emirin üst düzey müdahalesiyle Gırnatada yeniden sükunet hâkim oldu. Yahudiler bu olaydan sonra da birlikte yaşamayı sürdürdüler. Hatta Gırnatanın düştüğü 1492 yılına kadar şehirde varlıklarını hissettirdiler.   

           

   

          

 

 

ANADOLU’DAN  TÜRKENDÜLÜSYA’YA?

 

Asıl büyük hazırlık, büyük stratejik önemi olan Toledo’nun zaptıyla başladı. Kiliselerde, katedrallerde ve hepsinin başı olan Vatikan, yoğun bir faaliyet içine girdiler. Roma’da papa Urbanus ve Piyer Lermit, merkep sırtında Avrupa’yı adım adım dolaşıp meşhur Haçlı Seferlerini başlattılar. Görevleri ve idealleri Müslüman öldürmek olan Şövalye teşkilatları kuruldu. Ortadoğuda yaşayan Müslüman halk üzerine tertiplenen Haçlı seferlerine Avrupanın her ülkesinden katılımlar oldu. Ancak Papa Haçlı Seferleri için İspanya ve Portekiz’den özellikle asker almadı. Onları yalnız İber yarımadasındaki Endülüs Müslümanlarının imhası üzerinde görevlendirdi.

Toledo düştükten sonra tam altı asır, önce entrikayla Tavaifil Müluk’u-Müslüman beylikleri birbirine düşürerek, sonra da kılıçla ve engizisyonla zorla dayatılan Hırıstıyanlığı kabul etmeyen Müslümanların üzerine zalimane yürüdüler. Ne Mağriplilerle Mısır Kölemenleri ne de Osmanlılar Endülüs Müslümanlarına muhtaç oldukları yardımı tam olarak sunamadı. Askeri ve siyasi üstünlüklerini yitiren milyonlarca Endülüs Müslümanı kılıç zoruyla kültür ve medeniyetini yani asli kimliğini kaybetti.

Koca bir medeniyetin sonunu getiren tehlikeler bugün, bir Osmanlı bakiyesi olan Anadolu Müslümanlarını da tehdit etmektedir. Batılılaşma kompleksiyle başlayan bu süreç yabancı okullar, Vatikanın başlattığı Dinler arası diyalog, Medeniyetler arası buluşmalar ve itelenip ötelendiğimiz halde, hakarete uğradığımız halde, bir Hırıstıyan kulübü olan Avrupa Birliğinin kapısında ısrarla beklemekteyiz.

Daha geç kalmadan yerli, İslami ve milli düşünen aydınlar tribünlerden sahaya inmek zorunda. Anadolu, Türkendülüsya’ya dönüşmeden, gelecek nesillerin güvenliği için geç kalmadan tedbirler almak zorundayız.

Yoksa bütün aydınlar ve yöneticiler sorgu gününde yakasında, kınamasıyla birlikte Resulullahın pençesini görecektir.

 

FETHİN VE HEZİMETİN ÖZETİ

 

 Önce Endülüs İslam Medeniyetinin özetiyle tanışmak, sonra da içinde gerçekleri barındıran detaylara girmek istedik. Çünkü daha fethin ilk yedi yılı içinde İspanyanın üçte ikisi Müslümanların yönetimine geçmişti. İslam orduları Paris’e otuz kilometre yaklaştıkları halde Puvatya – 732 yenilgisinden sonra artık Pirene sıradağları Avrupa devletleriyle Endülüsün doğal sınırı haline geldi.

Endülüs, elli yıl Hilafet merkezi olan Şam’a bağlı Valilerle yönetildi.

Hızlı fütuhatın peşinden Ceziretul Hadra-Yaşil Ada denilen İber yarım adası, Kuzey Afrika üzerinden bir türlü arkası kesilmeyen hızlı göçlere sahne oldu.

Ancak 750 yılında Abbasiler Emevileri tasfiye edip Hilafete el koydular ve Emevi hanedanını kılıçtan geçirdiler. Şamdaki kıyımdan zorbela kurtulan ve annesi Mağribli olan yirmi yaşındaki Abdurrahman bin Muaviye kaçıp Endülüse kadar gelebilmişti. Gelişmiş bir özgüven sahibi olan Abdurrahman bin Muaviye, Etrafına topladığı küçük bir kuvvetle, değişen sosyal yapı içinde oluşan otorite boşluğunu giderdikten sonra “Emirliğini” ilan edip Endülüs Emevi Devletini kurarak birliği sağlamış oldu. İlayı Kelimetullah bilinci ve heyecanıyla başlayan Fetih dalgası ve genişleme süreci durulunca Endülüs şehirlerinde açılan Üniversitelerle (Medrese) kültür ve medeniyetin parıldadığı merkezler oluştu. Bu dönemde Müslümanlar arasında Kur’an ahlakıyla örtüşen sade bir İslami hayat yaşandı.

Adaya huzur, barış ve adalet getiren güzel örnekler karşısında Hırıstıyan yerli halkın kitleler halinde İslama girdikleri görüldü. Zamanla sayıları Müslüman göçmenleri katladı. Maliki dışındaki mezheplere pek sıcak bakılmadığı gibi, Endülüste hiç mezhep taassubu yaşanmadı.

Düşüncede eski Yunan ve Fars kaynaklarının okunduğu kitaplar tercüme edilmişti. Bu verimli dönemde Kitapları Avrupa Üniversitelerinde okunan ilim adamları, filozof, sufi, şair, edip ve tarihçiler yetişmiş. Kurtuba Üniversitesi asırlarca Asya, Afrika ve Avrupadan eğitim için gelen Müslim-Gayrı Müslim öğrencilere aydınlanma ocağı oldu.

Yalnız Kurtuba Kütüphanelerinde el yazması temel eserlerin sayısı dürt yüz bini aştı. Ancak aşiret asabiyetinin alevlendirdiği bir iç çatışmada Berberilerin şehir kütüphanesini yağmalamasıyla kitap koleksiyonları dağıldı ve eşsiz düzen bozuldu. Kurtubada başlayan karmaşa, üzerine Sevilla ve Gırnata kütüphanelerinin yıldızı parladı.

İç çatışmalar ve bunu fırsat bilen Hırıstıyan Kırallıkların saldırılarıyla iyice zayıf düşen Endülüs şehir devletlerini, yardım talebi üzerine Kuzey Afrikadan gelen Önce Murabıtlar sonra da Muvahhitler kurtardılar. Ancak Tarık bin Ziyada başkentlik yapan ve ilk kaybedilen Toledo-Tuleytula şehri tekrar alınamadı.

Bedevi- Göçebe Murabıtlar kendi hayat tarzlarıyla örtüştüğü için Maliki mezhebi üzere İslamı yaşamaya gayret ettiler. Muvahhitlerde ise doğrudan Kur’an ve Sünnet ilkeleri esas alındı. Murabıtlar daha konservatifti ve dönemlerinde geleneksel Maliki fıkhı uygulandı. Muvahhidlerde ise Kur’an ve Sünnette va’z edilen dini ihya anlayışı benimsendi.  

Endülüs Müslümanları Hispano-Romenlere karşı yalnız askeri yönden değil, din dil ve soylu düşünce sistemleriyle de üstün gelmişler. Özellikle İspanyanın yerli Vizigotları hızla Müslümanlaşmış. Ancak ortalama bir asır süren bu örnek istikrar, bölge ve kabile asabiyetiyle bozulmuş. İstikrar bozulunca önce İlim, ilim adamlarıyla birlikte itibar edilmediği yerden göç etmeye başlamış. İlim adamları “Arzullahi Vasia” deyip huzurlu bir ortam aramak maksadıyla Fas, Mısır ve Hicaza taşınmışlar. Hatta Muhyiddin İbni Arabi Anadoluya gelmiş ve Konyada Selçuklu Sultanlarına yıllarca (30 yıl) danışmanlık yapmış. Kitaplar yazmış ve talebesi ve evlatlığı olan Sadreddin Konevi gibi ilim adamları yetiştirmiş.

 

 KURTUBA  İLİM  ŞEHRİ

 

Üçüncü Abdurrahman döneminde Endülüse  gelen huzurla birlikte Kurtuba şehrinin bir ilim ve medeniyet merkezi olduğu görülür. Bin seksen mermer sütun üzerinde, aynı anda otuz bin insanın birlikte ibadet ettiği muazzam cesamette bir Ulucami inşa edildi. Çevresi medrese, rasathane, hastane ve kütüphanelerle donandı. Kurtubada Müslüman, Hırıstıyan ve Yahudiler birlikte çalıştılar, sulh içinde yaşadılar.

Avrupa ortaçağında Dünyaya Mültikültürel örnek bir toplum modeli sergilediler. Bu insanlık tarihinin az gördüğü bir tablodur.

Kurtuba özellikle Tavaifil Müluk döneminde isyan ve kargaşa yüzünden siyasi ve kültürel merkez olma özelliğini kaybediyor. En parlak döneminde Kurtubada beşyüzbin insan yaşıyordu. Yine Kurtubada yediyiz cami, üç yüz halk hamamı, yetmiş adet kütüphane ve büyük kitap satış yerleriyle, Avrupanın en önemli kültür merkeziydi. Şehrin dışına kadar taşan kilometrelerce uzunluğunda taş kaplama yollar yapılmıştı. Yabancıların barınmaları ve güvenle gecelemeleri için Vakıf - Hanlar mevcuttu. Dar sokaklar ve geniş yollar gece lambalarıyla sabahlara kadar aydınlatılırdı. Kurtubadan asırlar sonra bile Londra ve Pariste tek sokak lambası yoktur.

Kurtuba şehir merkezine on kilometre uzaklıkta sağlam ve zarif bir mimari eser daha vardı: Medinetuz-Zehra.

Etrafı muhkem surlarla çevrili bir saraydı. Siera Moreno-Esmer Sıradağlar üzerinde kurulu olan Medinetuz-Zehra adlı saray, şehir devletinin idari merkeziydi. Bu görkemli sarayda Halife, ailesi, hizmetliler ve iyi eğitilmiş muhafız ordusu bulunurdu. Fonksiyon bakımından Granadada Elhamra sarayı neyse, Kurtubada Medinetuz-Zehra odur.

Bugün Meskito Katedrali olarak anılan Kurtuba Ulucamii, 785 yılında yapılmıştı. Kurtubanın Hırıstıyan Kıralar tarafından işgal edildiği 1236 yılında ise beş yüz yıllık mermer sütun ormanı Ulucami, Katedrale çevrildi.

Kurtuba üniversiteleri Müslüman ve Hırıstıyan, dünyanın her tarafından eğitim için gelen, Asya, Avrupa ve Afrikalı öğrencileri yetiştirip, bir aydınlanma ocağı olmayı sürdürmüş. El yazması temel eserlerin sayısı Kurtuba Kütüphanelerinde dört yüz bini aşmıştı. Ancak bir iç çatışmada Berberilerin kütüphaneyi yağmalamaya kalkmaları üzerine kitap koleksiyonları bozuldu. Kurtuba yerine bu sefer de Sevilla ve Gırnata kütüphanelerinin yıldızı parladı.

Kurtuba Üniversitesi, Kahirede eğitim veren El Ezher ve Bağdattaki Nizamiye Medreselerinden daha önce kurulmuş ve çağı sürükleyen atılımcı ve araştırmacı bir eğitim sistemi geliştirmişti.

Endülüs Emevi devleti döneminde Hırıstıyanlar idari yönden parçalanmıştı. Küçük Kırallıklar halindeydiler. Müslümanlar göçmenler için bu bir avantajdı. Endülüs Emevi devleti yıkılınca merkezi otorite ortadan kalktı. 1031 yılından itibaren Endülüs küçük şehir devletlerine ayrıldılar.

Her nüfuzlu, kalabalık ve zengin aileye bir devlet.

1031’le başlayan Tavaifil Müluk döneminde Müslümanlarla Hırıstıyan Kırallıkları arasındaki güç dengesi tersine döndü. Üstünlük ve avantaj Hırıstıyanlara geçti.

Müslümanlar on üç adet büyüklü küçüklü, dışarıda ve içerde başına buyruk, yani bağımsız şehir devletlerine bölünmüşler. Melikler birbirine rakip ve düşman olmuşlar. Mücadele bazen çok kızışmış.

Müslümanların aksine birleşerek güçlenen Hırıstıyan Kırallıkları Endülüs şehir devletlerini teker teker zaptetmeye başladılar. Müslümanlar Birleşik orduya karşı bir türlü silkinip uyanmadılar-uyanamadılar. Benden sonra tufan dediler. Geçici dünya saltanatı uğruna Hırıstıyan Kırallıklara borçlandılar. Onlarla birlik olup komşusu Müslüman şehre saldırdılar.

Kastilya Kırallığı Müslümanlar arasındaki geçimsizliği daima tahrik etti. Bazı Emirlikleri de borçlandırdı ve haraca bağladı.

Müslümanlarda fetih ruhu dünyalığa tahvil olunca, Endülüste tarihin akışı değişti. Aydınlar şiir, edebiyat ve sanata yöneldi.

İlim adamlarının ısrarla Emirleri uyarmasına rağmen, ciddiye alınmadılar. Beylikler tamamen kabile ve kavmiyet asabiyetiyle toprak gaspı ve iktidar hırsıyla komşu şehir devletine saldırınca iki taraf da kayıplar verip zayıf düştü ve küçüldüler. Kardeş kavgalarını sevinçle seyreden Hırıstıyan Kırallıklar önce birini, sonra diğerini işgal edip, Rekonkista-Katolikler adına yeniden fetihler gerçekleşiyordu. Müslüman emirlik Gırnata, komşu Müslüman emirlik Sevillanın kuşatmasına Katoliklerin yanında katılıyor, düşmanla iş birliği yapıyordu. Üstün kuvvetlere karşı kendini savunmakta zorlanan Emirlikler, toprak da teklif etse, haraç da verse işgale hazır demekti.

 1031 yılında başlayan Tavaifil Müluk dönemi Katoliklerin iştahını kabartmıştı. Artık Kuzey Afrikada, Fasta daha önce Endülüsün yardıma koşan Murabıt ve Muvahhitler gibi bir güç kalmamıştı.  

Artık Katoliklerin Rekonkista idealinin önünde engel yoktu.   

    ...

      

CEZİRETUL HADRA – YEŞİL ADA

 

Geniş bir boğazla Afrika kıtasından ayrılan İber yarım adası Pirene sıradağlarına kadar uzanan geniş, verimli ve yemyeşil bir memleket. Anadolu gibi iklimi ve bitki örtüsüyle tipik bir Akdeniz ülkesi. Anadolu gibi, İber yarımadası da tarih koridorunda farklı kavimlerin, inançların ve farklı uygarlıkların kaynaştığı ülkeler arasında.

Bu yeşil adanın ilk sahipleri ve sakinlerinin kim olduğu sorusuna doğru bir cevap bulmak mümkün olmamış. Roma imparatorluğunun eğemenliğinden önce bu topraklarda dört farklı medeniyetin hüküm sürdüğünü biliyoruz. Vandalların adayı istila edip asırlarca sahip oldukları için Frenk tarihçileri bu ülkeyi Vandelusya adıyla anmışlar. Müslüman fatihler de Vandelusya’ya Andelus veya Endülüs demekte bir sakınca görmediler.

Daha önce Germen asıllı Vizigotlar M.S. 468 yılında İber yarımadasını istila ettiler. Toledo şehrini başkent ilan edip oraya yerleştiler. Vizigotların eğemenliği boyunca bölgede karanlık ve huzursuz yıllar yaşanmış. Devlet tecrübesi olmayan Vizigotlar, Roma modelini sosyal hayata uyguladılar. Zengin ve güçlülerden Asiller, fakir ve zayıflardan oluşan sınıf ise Köleleri oluşturdu. Toplumun asıl üretici tabakasını oluşturan Köle sınıfı, eğemen Vizigotlar nazarında bir eşya gibi alınıp satılabiliyordu.

Vizigotlar Hırıstıyandı ama Katoliklerde Hz. İsa efendimizin Tanrılığını ve tanrının oğlu olarak kabullenişini reddediyorlardı. Vatikanın patronu Papa da Hz. İsanın halifesi değildi. Yine Hırıstıyan Vizigotlar, kul ile Allah arasına girerek özel bir imtiyaz kazanan Papazlara ve Kilisenin mutlak saltanatına karşıydılar. Ancak yönetimdeki zaafları dolayısıyla eğemenliği riske atmamak için Katolikliği kabullenmiş göründüler. Vatikanın müdahalesiyle İspanyada mezhep bütünlüğü sağlanmış oluyordu. Fakat Kölelerin statüsü değişmeyince ülkede isyanlar ve huzursuzluklar yeniden alevlendi.

Sosyal tabakalar arasında kalabalık bir topluluğu teşkil eden İspanya Yahudileri de din değiştirmeye ve Katolik olmaya zorlandılar. Çünkü Katolik papazlarına göre, din birliğinin önündeki tek engel Yahudilerdi. Yahudiler Hırıstıyanlaştırılmaya ve Katolik mezhebini kabule yanaşmayınca hazırlanan bir kanunla köle sınıfına indirildiler. Zengin Yahudilerin çoğu servetlerini ve ticari itibarlarını kaybetti.

Toplumsal huzursuzluk artıyordu. Ayrıca siyasi iktidar ve taht kavgaları yüzünden Vizigot eğemenliği döneminde on beş Vizigot Kralı suikastle öldürüldü. Bardağı taşıran son damla ve son olay ise ölen Vizigot Kralı Vitizanın yerine Hanedan dışında güçlü bir asker olan Komutan Rodrigo, kılıç zoruyla Kral ilan edildi. İtiraz edenler öldürüldü.

Sosyal huzursuzluğun gittikçe dayanılmaz hale geldiği ülkede ölen kralın oğulları ve akrabaları Kuzey Afrikada ve Marakeş başkentinde bulunan Müslüman Vali Musa bin Nusayr’dan yardım istediler. Güçlü bir İslam devleti olarak ortaya çıkan Berberiler bu davete sıcak baktılar.  

 

 

4.BÖLÜM

                     MEDİNE’DEN  MARAKEŞ’E            

 

 Başkent Şam-ı Şeriften batıya doğru genişleyen İslam devleti, Sahabeden Ukbe bin Nafi komutasında Libya ve Cezair üzerinden kısa zamanda Fas sahillerine ulaştı. Müslümanlar Bizans kuvvetleriyle çarpışarak Mağrib-i aksaya doğru ilerlediler. Atlas Okyanusu kıyılarında kendisinden sonra gelecek fatihlere örnek olan Hz.Ukbe bin Nafi, atını denize doğru sürerek: “ Allahım eğer bu derya karşıma çıkmasaydı senin İsm-i Celilin hakkı için, mesajını daha ötelere götürecektim! “ diyor.

Disiplinli bir yürüyüşle Müslümanlar Fas’tan sonra Moritanyayı da içine alan ve sınırları Büyük Sahra ile Atlas Okyanusuna dayanan en güçlü devletlerinden birini kurdular.

Güven ve itibar kaybeden kilise İslam aleyhinde yalan propaganda çalışmalarını hızlandırdılar. İslamı bilmeyen Avrupalılara, Müslümanları kâfir ve putperest olarak tanıttılar. İslam karşısında gerileyişlerini uydurdukları yalan ve iftiralarla kapatmaya çalıştılar. Müslümanları ve İslam peygamberini kötülediler, cahil halka zalim ve terörist olarak tanıttılar.

Sömürge kültürüyle zengin olan diğer batı ülkeleri de aynı yalan ve iftira anaforunu misyonerler vasıtasıyla Müslümanlara karşı kullandılar. “ Müslümanlar İspanyaya yağma ve ganimet toplamak için geldi!” söylentisine karşı, Kuzey Afrika valisi Zubeyr bin Kays cevap verdi.

“ Biz buraya İslamın mesajını duyurmak için geldik.

Ganimet cazibesinden Allaha sığınırım!”

 İslam orduları, İlahi daveti ve Kur’an ilkelerini halka anlatan ilim adamlarıyla birlikte gelmişlerdi. Batıda Doğu Roma İmparatorluğunu temsil eden Bizans, doğuda ise Sasaniler gibi dünyanın iki süper gücüne karşı İslam orduları zafer kazanmaya başladılar.

Sahabeden Sa’d ibni Evi Vakkas komutasında gerçekleşen Kadisiye savaşıyla, Peygamber efendimizin vefatından sadece üç yıl sonra yani 635 yılında doğu barajı yıkılınca İslam Çin sınırına kadar taşındı. 638 yılında Kudüs ve Antakya, 639 yılnda da Diyarbakır Bizanstan alındı. Amr ibnul As 640 yılında Fustat-Kahire’ya girdi. Suriye ve Mısırın da Bizanstan alınmasıyla birlikte Kuzey Afrikanın kapıları Müslümanlara sonuna kadar açılmıştı.

Müslüman fatihler artık yerel bölgesel genişlemeden “İlay-ı Kelimatullah!” idealiyle donanıp dünya hâkimiyeti fikrine geçtiler. Batıda Musa bin Nusayr Avrupa üzerinden İstanbula yürümeye hazırlanırken, doğuda Selçuklular Malazgirt zaferiyle Anadolu kapılarını Müslümanlara açtılar.

Müslümanlar girdikleri yeni ülkelerde çok kültürlü-Multikültürel, adil, huzur ve güven içinde birlikte yaşama modelini hayata geçirdiler. İslamı tebliğ ederek Hak dini yaymaya gayret ettiler.

Müslümanlar gelmeden önce İber yarımadasında Vizigotların Baskılarıyla sosyal bünye ciddi şekilde rahatsızdı. Köle sınıfını teşkil eden fakirler ve köleleştirilen Yahudi topluluğu umutlarını bir dış müdahaleye ve özellikle Kuzey Afrika Müslümanlarına bağlamıştı.

Nihayet hanedan mensupları ve özellikle ölen kıral Vitizanın oğulları, ülke yönetimine zorla el koyan general Rodrigo belasından kendilerini kurtarması için Kuzey Afrika valisi Musa bin Nusayrdan gönderdikleri elçiler vasıtasıyla yalvar – yakar yardım istediler. Hilafet merkezi olan Şam’la irtibata geçtikten sonra konsensüs oluştu. Geniş çaplı bir müşavere ile beş yüz kişilik bir öncü keşif birliğini, Musa bin Nusayrin azaldı kölesi olan Tarif bin Malik komutasında 710 yılında gizlice İspanyaya çıkardılar. Sıcak bir Temmuz ayında bugün adına Tarifa denilen dar bir körfezden yapılan ilk çıkartma ile İber yarımadası Müslümanlara kapılarını açtı. Yalnız dağ-taş dolaşmadılar, aynı zamanda halkın hemen her kesimiyle diyalog kurdular. Bu keşif birliği lazım olan ve müstakbel fatihlere umut ve cesaret veren bilgilerle geri döndüler.

 

 

 

 TARIK BİN ZİYADIN SADIK RÜYASI

 

Taze bilgiler ışığında Vali Musa bin Nusayr, Tarık bin Ziyad komutasında ve Müslümanların müttefiki Septe kontunun emrine verdiği gemilerle yedi bin kişilik bir İslam ordusunu İber yarımadasına gönderdi. Tarık bin Ziyad karakteri, azmi ve iradesiyle devlet içinde kendini kanıtlamış bir kahramandı. Etkili konuşurdu, güçlü bir hatipti. Emrindeki üç yüz Arap asker dışında, bu fetih ordusunun tamamı Kuzey Afrika kökenli Berberilerden oluşuyordu.

Ordu gemilerle Akdenize açıldığı sırada yani İber yarımadasına doğru seyir halindeyken Tarık bin Ziyad geminin güvertesinde daldı, onu hafif bir uyku hali kuşattı. Rüyada karşısında Resulullahı gördü. Peygamber efendimiz yanında dört halife olduğu halde su üzerinde yürüyerek gemilerin yanı sıra karşı sahile birlikte geçiyorlardı. Resulullah ve Ceharı yarı Güzin, Hulefai Raşidin, Hz. Ebubekir, Ömer, Osman ve Hz. Ali efendilerimiz de zırhlarını giymiş, kılıçlarını kuşanmış ve yaylarını germiş olarak düşmana hücum etmeye hazırlanıyorlardı. Peygamber efendimiz, Komutanın yanına yaklaştı işaret parmağını doğrultarak Ona ismiyle seslendi:

“ Ey Tarık, yoluna devam et! Maiyetindeki Müslüman askerlere daima iyi davran, gönüllerini hoş tut ve gayrı Müslimlerle yaptığın anlaşmalara sadık ol ve onlara adil davran!”

Sonra da önde Tarık bin Ziyad olduğu halde birlikte Endülüse girdiler.

Tarık bin Ziyad heyecan içinde gözlerini açtı. Sevincinden yerinde duramıyordu. Peygamber efendimizi hala yanında hissediyordu. Endülüs’ün fethinden emindi artık. Resulullahı görmek zaferin teminatı idi. Gördüğü sadık rüyada peygamber efendimiz Ona bu müjdeyi vermişti. Bugün Cebeli Tarık adı verilen sahilde karargâhını kurdu. Orduyu İspanya sahiline çıkaran bütün gemileri deniz üzerinde ve askerlere göstere göstere birer dal çıra gibi yaktı. Sonra yüksek bir yere çıktı. Orduya karşı, bindiği atı üzerinde çok tesirli bir konuşma yaptı:

 

Ya Eyyuhennes!

Ya eyyuhel Mucahidun!

Eynel meferru?

El Aduvvu Ememekum,

Val Bahru Min Varaekum!

.Eynel Meferru?

 

Tarık bin Ziyadın yüksek bir kaya üzerinden yaptığı hitabe, askerlerin yüreklerini kabartan, inanç ve gayretlerini coşturan uzun ve ateşli bir konuşmaydı...

 

“Ey İnsanlar!  

Karşınızda düşman, arkanızda deniz! Kurtuluş nerededir?

Ey Mücahit Kardeşlerim!

Ey Kahraman Askerlerim! Evet, karşımızda düşman, arkanızda deniz!

Hiç kimse için geriye dönüş yoktur! İleri atılacağız, cihatla bu toprakları Allahın kulları için İslama açacağız! Hemen hücuma geçiyoruz, Onların önce cesaretlerini kıracağız! Biiznillah zafer sizindir!

Kıyıda yanan gemileri gördünüz. Artık ölmek var, geri dönmek yok!

Biliyorum hiçbiriniz ölümden korkmazsınız ancak şahadetten murat, önce İslamı yaymaktır!

Tehlike ve sıkıntılara katlanmadan hedefe ulaşmak mümkün olmaz!

Müslümanların Halifesi yiğitlik ve kahramanlığınızı bildiği için sizleri görevlendirdi. Göstereceğiniz fedakârlıklar yüzlerce yıl minnetle anılacak. Dünyadaki bütün Müslümanlar size kıyamete kadar dua edecekler!

İşte ben hepinizin önünde olacağım ve bütün gücümle düşmana saldıracağım!

Komutanları Rodrigoyu inşallah bizzat kılıcımla bertaraf edeceğim!

Eğer hedefe varamadan şehit olursam hemen içinizden birini komutan seçin ve cihat fi sebililleh devam edin!

Zafer size müyesserdir, gazanız mübarek olsun!”

         

Uzun ve çok tesirli bir hitabeydi bu. Askerler deniz üzerinde alev alev yanan gemileri heyecanla seyrettiler. Zafer heyecanıyla her şeyi unutup bir an önce düşmana saldıracakları saati gözlemeye başladılar.

 

VADİ LEKKE SAVAŞI

 

Tarık bin Ziyad, Peygamberden aldığı teminatla zaferden emindi. Dünya Harp tarihine yeni bir yöntem getiriyordu.

Müslüman fatihler İber yarımadasının boydan boya güney ve güneydoğu sahillerini ele geçirdiler.

Kıral Rodrigo, kuzeyde başlayan bir iç ayaklanmayı bastırmakla meşgul olduğu sırada Müslümanların sahil boyundan ülkenin iç kesimlerine doğru yürümekte olduğu haberini aldı. Bu saldırıları geçici bir korsan girişimi olarak algılayan Rodrigo, onları kovmak ve korkutmak için gönderdiği askeri birliklerin birer birer Müslümanlar tarafından dağıtıldığını, imha edildiğini duyunca durumun ciddiyetini kavradı.

Kral Rodrigo, elli bin kişilik büyük bir orduyla meydan muharebesine hazırdı. Sayısal bakımdan Müslümanlar onların dörtte birinden daha azdı fakat moral, cesaret ve savaşmaya istekleri olağanüstüydü.  İki ordu nihayet karşı karşıya geldiklerinde Tarık bin Ziyad komutan Rodrigoya elçiler göndererek son bir teklifte bulundu.

“ Seni ve halkını İslam’a davet ediyorum. İslamı kabul ederseniz kardeşimiz olursunuz, sizi bağrımıza basarız. Kabul etmezseniz cizye ödeyerek kendinizi kurtarabilirsiniz. Bunu da kabul etmezseniz aramıza kılıç girer...”

Kıral ve komutan Rodrigo, askerlerinin çok kalabalık oluşuna güvenerek gurura kapıldı ve Tarık bin Ziyadın teklifini reddetti.

Savaş başlamadan önce Vali Musa bin Nusayr, Tarık biz Ziyadın emrine beş bin kişilik bir takviye kuvvet desteği daha gönderdi. İki ordu Vadi Lekke meydanında karşılaşmadan önce Tarık bin Ziyad askerlerine de son bir kere daha seslendi.

 

“ Ey Mücahid kardeşlerim, Askerler, karşınızda düşman, arkanızda deniz!

Bu meydanda en ucuz meta insan canıdır!

 En önde ben olacağım. Önce Allah sonra da ellerinizdeki kılıçlarınızdan başka dostunuz yok!

Biiznillah zafer size müyesserdir. Yardımcımız Allah!”

 

           Tarık bin Ziyadın “Hücum!” emriyle müthiş bir savaş başladı.

Bir yanda sayısal bakımdan çok kalabalık fakat birbirlerine karşı rakip ve düşmanca duygular içinde bir Vizigot ordusu. Karşısında iman ve İslam ideali etrafında kenetlenmiş, sayıca daha az fakat kendilerine güvenleri tam olan bir ordu.

Savaş daha başlarken taht mağduru olan eski kıralın oğulları, hanedan mensupları ve taraftarları ricat ederek, ordunun iki kanadını boşaltıverdiler. Geri çekildiler ve savaş dışı kaldılar. İki kanadın da çöktüğünü gören komutan Tarık bin Ziyad, bütün gücüyle kuşattığı merkeze yüklendi. Tarık bin Ziyad bir fedai birliğinin başında çarpışa çarpışa İspanya kralının çadırına kadar ulaçtı. Vizigot ordusu böyle akıl dışı bir saldırıyı hiç beklemiyorlardı. Tarık bin Ziyad ani bir kılıç darbesiyle Kıral Rodrigoyu kan revan içinde yere yıktı. Komutanın öldüğü haberi ordu içinde hızla duyuldu. Başsız kalan askerler şaşkına döndüler. Can havliyle ve korkuyla kaçışmaya başladılar.

Gece gündüz sekiz gün süren muharebede kral Rodrigo komutanlarının gözleri önünde öldürülmüştü. Başsız kalan birliklerin morali bozuldu, dağılıverdiler. Elinde kılıç olanlar imha edildiler, teslim olanlar kurtuldu.

Böylece ortaçağ askerlik tarihinin en müthiş savaşı olan Vadi Lekke muharebesini Müslümanlar kazandılar. Önlerinde artık hiçbir engel kalmamıştı. İspanya kapıları ardına kadar açıldı.

Tarık bin Ziyad İber yarımadasının iç kesimlerine üç koldan girmeye ve ilerlemeye başladı. Daha önce Vizigotların başkenti olan Toledo-Tuleytula alındı. Stratejik bakımdan önem arz eden Toledoyu tahkim ederek başkent ilan etti. Aynı anda Kurtuba ve Granada Müslümanların eğemenliğini kabul etti.

Bir yıl sonra, yani 712 baharında Kuzey Afrika valisi Musa bin Nusayr, büyük bir kuvvetle girdiği İber yarımadasında başta Sevilla-İşbiliyye olmak üzere Tarık bin Ziyadın henüz giremediği şehirleri Müslümanlara kazandırmaya başladı. Üç yıllık gayretle Ceziretul Hadra-Yeşil ada, İslamla kucaklaştı.

Kışı başkent Toledoda geçiren iki komutan 714 baharında iki koldan İber Yarımadasının kuzey ve batısına doğru emin adımlarla yürümeye başladılar. Musa bin Nusayr, Pirene dağlarını aşıp Galya’ya –güney Fransa- girdi.

Endülüs tarihinde ilk elli yıl Müslüman halkın adaya yerleşme dönemi olarak kabul edilir. Bu zaman aralığı Hırıstıyan İspanyanın Müslüman Endülüse dönüşüm sürecidir.

    

                 MÜLTİKÜLTÜREL SOSYAL YAPI    

 

Tarihçiler ve devrin sosyologları eserlerinde yazdıkları gibi, İber yarımadasının Müslümanlarla yönetilen kısmına Endülüs dediler.

Her kemalin bir zevali, her başlangıcın bir sonu ve her yükselişin bir düşüşü olur.

Ancak yarımadanın kuzeyinde sıralanan Hırıstıyan Kırallıklar kendi aralarında Müslümanlara karşı ittifak yapıp kuvvetlendikçe Müslümanların eğemenlik bölgeleri küçülmeye ve gerilemeye başladı. Hatta son iki buçuk asır, geniş Endülüs yaylaları birer birer kaybedildi ve koca Endülüs, etrafı surlarla korunan Granada şehrinden ibaret kaldı.

Fetih öncesi ülkede yaşayan halkın ekseriyeti Katolik Hırıstıyanlardan ibaretti. Büyük şehir merkezlerinde on binlerce Yahudi yaşıyordu. Farklı bölgelerde putperestler ve Mitralar sosyal mozaiğe ayrı bir renk katardı. Kuzeyde Navarra, Leon, Katalanlar  Portekiz ve Baskland  halkı ayrı dileri konuşuyorlardı.

Etnik yapısı ise daha heterojendi.

 İber yarımadasında Hispano-Romenlerden başka Latinler de yaşıyordu ve Latince konuşuyorlardı.

Tarık bin Ziyad önderliğinde Yarım adanın fethiyle birlikte bu çok kültürlü sosyal yapıya Araplarla Berberiler ve din olarak İslam aydınlığı eklendi. Dinin tebliğ ve takdiminde kesinlikle zorlama yoktu ve kimse zorlanmadı.

İslamın temel ilkeleriyle Endülüs İslam Medeniyetinin getirdiği geniş serbesti ve temel İnsan haklarının özgürce kullanılması sonucu yerli halk İslama yöneldi ve Arapça dili halk arasında hızla yayılmaya başladı. İslam eğemenliği döneminde İber yarımadasında yedi dilin konuşulduğu dinler, diller ve Miletler mozayiği oluştu. İslam sayesinde Avrupa tarihi ilk defa sosyal bakımdan heterojen-mültikültürel bir medeniyet modeline ev sahipliği yaptı.

Kuzey Afrikanın her yöresinden, Fas, Cezair ve Moritanyadan Endülüse Müslüman kabileler, aşiretler ve güçlü aileler göçmen olarak geliyordu. Her kabile bir bölgeye ve bütün kabile mensupları hiç dağılmadan, kopmadan aynı köye yerleşiyorlardı. Bu yüzden ülke çapında ve Müslümanlar arasındaki sosyal kaynaşma gecikiyordu. Üstelik kabile asabiyeti içinde bölgesel ve etnik gerginlikler ortaya çıktı.

Fetihten sonra başlayan ve onlarca yıl süren göçlerle, Araplar, Berberiler, Yemenliler, Şamlılar, Kayslılar, Tuaregler, Tacuralar, Müslüman olan yerli Hırıstıyan kitleler, Müslümanların gelişiyle özgürlüğüne kavuşan Yahudiler ve azad edilen kölelerle çok kültürlü, renkli bir toplum doğuyordu.       

Fetihten önce İspanyada dini hayat baskıcı, zorba ve zalim Vatikana bağlı Katolik kilisesinin tekeli altındaydı. Bu baskı ülke yönetimindeki Vizigotları siyasi üstünlüklerine rağmen mezhep değiştirip Katolik kilisesine bağlanmaya mecbur bırakmıştı.

Ağır tehditlere dayalı Hırıstıyanlaştırma eylemi gelip Yahudilere dayandı. Kilisede kardinallerden oluşan konsil, din değiştirmeye yanaşmayan Yahudilerin çıkarttıkları bir kanunla sosyal sınıflarını değiştirdi. Hür Yahudiler bu yasayla bir gecede köle sınıfına düşürüldü. Dini hayat kılıç zoruyla Katolik taassubunun altında eziliverdi.

Ezilen halkın umutla bekledikleri Müslüman yönetimin topluma deklare ettiği ilk yazılı anlaşma bir abuhayat çeşmesiydi.

 “ Hırıstıyan, Yahudi hangi inanç mensubu olursa olsun hiçbir gayrı Müslimin canına ve malına dokunulmayacaktır. Kendileri, çocukları ve aileleri can güvenliği altındadır. Hiç biri esir alınmayacak veya köle edilmeyecekler. Kıyafetleri, adetleri ve ibadetlerinde serbest olacaklar.

Fetihten sonra kendi arzu ve iradeleriyle Müslümanlığı seçen yerli Hırıstıyanlar, daha ilk yüzyılda Endülüs toplumunun en kalabalık kesimini oluşturdular. Müslüman olan yerli halka yani Araplaşmış eski Hırıstıyanlara “ Müsta’ribler” denirdi. Diğer tabirle “ Arab-ı Musta’rebe “.

Beş milyon Endülüs halkının ancak bir milyonu dışardan gelen göçmenlerden oluşuyordu. Fikir, sanat ve düşüncede yaptığı atılımlarla Endülüs Ortaçağda Avrupanın en uygar ülkesiydi. Pirene dağlarını aşıp Fransa ya girdiler. Puvatya yenilgilerine rağmen Müslümanlar Parise otuz kilometre yaklaştılar.

Ancak Tarık bin Ziyadla başlayan fetih yürüyüşü, İslam dışı asabiyetlerle iç fitneye dönüşünce kutlu yürüyüş durakladı.

 

ENDÜLÜSTE  İÇ  KARIŞIKLIKLAR

 

 İslamda Dini gayret dışında her türlü asabiyet yasaklanmıştır. Araplarda cahiliye döneminde kalan batıl adetler, dünya muhabbeti ve geçici menfaatler fetih ruhunu örselemeye başladı. Ancak ırki-kavmi asabiyet, bölgecilik ve her türlü mikromilliyetçilik anaforu, İslamın getirdiği Din Kardeşliği ilkesiyle aydınlığa kavuştu. Cahiliye döneminde kan ve kabile şövenizmi çok cana mal olan kan davalarının esasını teşkil ediyordu. Din kardeşliği İslam medeniyetinin insanlığa sunduğu bir inkılap, bir devrim idi.

Endülüs devlet dinamiğinde fetih hareketi yavaşlayınca, durağan bir dönem başladı. Yine de imar, eğitim ve tıp alanında yapılan bilimsel atılımlar göz ardı edilemezdi. Fakat bu donuk dönemde bilimsel atılımların yanında cahiliye alışkanlıkları da su üstüne çıkmaya başladı.

Özellikle Tavaiful Muluk – Beylikler döneminde kavmi asabiyet hortladı ve Müslümanlar birbirine düşman oldular. Irkçılık, bölgecilik ve kabilecilik fitnesini komşu Hırıstıyan Kırallıklar taraf tutarak daha da tahrik ettiler.

Endülüs Müslümanlarının aralarında kenetlenmeye muhtaç oldukları sırada, bir zamanlar iman birliği içinde omuz omuza yeşil adaya çıkan Araplarla Berberiler birbirine düştüler. Arap unsurunun kendilerini yönetimde öncelikli görmelerini Berberiler kabullenemediler.

İlk fırsatta Berberiler Arap yöneticilere karşı silahlı ayaklanmayı başlattılar.

Berberiler kuzeyden başkent Kurtubaya doğru yürüyüşe geçtiler. Berberilerin sayısal yoğunluğu Araplardan çok fazlaydı. Ama devlet yönetimindeki sorumlu mevki ve makamlar Araplardaydı. Verimli arazilere Araplar sahip olurken Berberilere ancak ikinci sınıf tarım arazileri bırakılmış iddiası yanlış olmakla beraber huzursuzluğun sebeplerinden biri oluyordu.

Ayrıca fetih ordusunun iki kanadından birini teşkil eden Berberilerin çoğu Haricilerdendi. Bunlar, Hz.Ali efendimizle Muaviye arasında ortaya çıkan Hilafet tartışmasında birliği korumak için her ikisine de suikast düzenleyen topluluktandı. İslam tarihinde dini ve siyasi bir eylem olarak ortaya çıkan, ayrıca hem Hz. Ali hem de Muaviye taraftarlarına karşı duran Hariciler Endülüste yeni bir direniş hareketi başlatıyorlardı. 

Zaten Berberi – Arap geçimsizliği Kuzey Afrikada bir dönem yaşanmış ve çok Müslümanın kanı boş yere heder olup gitmişti.

Ders alan yoktu ve tedbir yetersizdi.

Etrafları düşmanla kuşatılmış bir ülkede aynı fitne tekrar sahnelendi. Berberiler Endülüsün merkezi yönetimini ortak olmanın ötesinde Araplardan geri almak istediler. Başıbozuk silahlı kalabalıkların üzerine yürüyen düzenli ordu isyanı kanlı şekilde bastırdı. İsyancıları dağıttı.

Berberiler böyle bir yenilgiyi onur meselesi yaptılar. Bu mağlubiyet üzerine etnik taassuba kapılan Bazı Berberi kabileleri bir zaman geldikleri Kuzey Afrikaya geri dönmeye karar verdiler. Büyük bir Berberi kafilesi boğazı geçip Fas’a döndü.

Müslümanlardan boşalan ve sahipsiz kalan bölgeyi kuzey komşuları olan Hırıstıyan yerliler yavaş yavaş doldurmaya başladılar.

Berberi – Arap savaşlarından sonra bu sefer de Beledli yani yerlilerle Suriyeliler arasında kavgalar başladı. İlk fetih ordusunun peşinden gelen Araplarla Berberiler, kendilerinden sonra geldikleri halde otoriteyi paylaşan Suriyelilere karşı güvensizlik içindeydiler.

Beledli-yerli Arapların çoğu Yemen kökenliydi. Suriyeden gelen Araplar ise Kayslı idiler. Küçük bir tartışma, basit bir gerginlik cahiliyeden kalma eski kabile mücadelesini alevlendiriverdi. İspanyol asıllı yerli Müslümanlar da Beledli-yerlilerden yana oldular. Aralarında peşpeşe iki meydan savaşı oldu. İki taraftan da çok insan öldü ve çok kan döküldü. Suriyeliler galip geldiler.

Olayları takib eden Kuzeydeki Hırıstıyan kırallıklar memnun oldular.

Fethin daha ilk elli yılı içinde kavganın biri biterken diğeri başlıyordu. Bu sefer de Kayslılarla Yemenliler birbirine girdiler. Adaya göçen Kayslılarla Yemenliler aynı bölgeyi paylaşan iki hasım kabileydi. Yine ancak cahiliye döneminde kabaran kabile asabiyeti, iki kişi arasında başlayan anlaşmazlığı iki kabile arasında savaş sebebi saydı. Taş ve sopalarla başlayan mahalle kavgası silahlı meydan savaşına dönüştü. Her iki taraftan çok sayıda ölen ve yaralananlar oldu.

Miladi 745 yılında başlayan Kayslılarla Yemenliler arasındaki savaşlar, fasılalarla on yıl sürdü. İki taraftan da çok kan aktı ve her iki taraftan da maddi-manevi tahribata sebep oldu.   

Endülüs Müslümanları arasında ortaya çıkan bölge, kabile ve kavim asabiyeti yüzünden cehalet mahsulü savaşlar onların morallerini bozdu ve zayıf düşürdü.

 

EYLEME DÖNÜŞEN REKONKİSTA

 

Kuzeyde dağınık vaziyette dağlık bölgelerde yaşayan Hırıstıyanlar, şehir merkezlerinde yaşayan Müslümanların iç kavgalarla zayıf düşmekte olduğunu gördüler. Boşalan coğrafyaları ve küçük yerleşim alanlarındaki otorite boşluklarını doldurdular. Daha fethin yedinci yılında kaybettikleri Endülüsü, zamana yayarak mutlaka geri almak için Rekonkista fikrini geliştirmeye başladılar. Müslümanların ulaşamadığı kuzeyin dağlık bölgelerinde, Vatikanın yardımıyla komşu iki Hırıstıyan kırallığı kurdular.

İlerleyen yıllarda Hırıstıyanlar aktif ve ilerleyen, Müslümanlar da savunan ve gerileyen bir konuma düştü.

Endülüs coğrafyasının farklı köşelerinde başlayan çatışmalar zamanla çarpışmaya ve savaşlara dönüşünce birlik bozuldu. Zayıf düştüler. Müslüman toplulukların güç ve kuvvet kaybetmesi Krallıklarda onları yakından takip eden militan Hırıstıyanları saldırı için cesaretlendirdi.

Daha fethin ilk asrında Müslümanların tedbirsizliği karşısında toparlanan Hırıstıyanlar, Vatikanın açıktan yardımları, teşvik ve tahrikiyle harekete geçtiler. Kendilerini yalnız Müslüman öldürmeye programlamış Tapınak Şövalyelerinin yetiştirildiği örgütler kuruldu. Aynı yıl Rekonkista hareketini başlattılar.

 

5.BÖLÜM

 

EN BÜYÜK AZİZ KRİSTOF KOLOMB

 

 İspanyada otuz üç bin aziz yani Katolik evliya olduğunu rehberimizden öğreniyoruz. Sömürge kültürüyle donanmış olan Avrupalılar için hangi misyoner yeni bir sömürge alanı bulduysa O aziz ilan edilir. Sevillanın Meskito-Katedralinde canlandırıldığı gibi Katolikler için en büyük aziz Kristof  Kolomb. Aslında Kristof Kolomb Avrupadan çok uzaklarda ve küçük bir adada gömülü. Sadece oğlu yan tarafta, adı yazılı mermerlerin altındadır.

Doğrudan doğruya Vatikanın halkı kışkırtıp, kral ve şövalyeleri organize ettiği Haçlı seferleri, ilk kanlı pratiğini Endülüs İslam Medeniyeti üzerinde denedi. Sonra da yüzbinlik sürüler halinde Bizansı ve üzerinden Anadolu Selçuklularını da çiğneyerek Antakya ve Kudüs üzerine sınırsız bir öfkeyle yürüdüler. Yerli Süryani ve Ermenilerin desteğiyle Urfada bir de Haçlı Kontluğu kuruldu.

Müslümanlarla kültürel temasla uygar hayat tarzıyla tanıştılar. Coğrafi keşiflerle ufukları genişledi, yağmayla zengin oldular.

Müslümanlardaki gelişmelerin hepsi de insanlığın faydasına idi.

Avrupalılar coğrafi keşif alanına giren her memleketi iliklerine kadar sömürmek için kan dökerek işgal ediyorlardı. Müslümanların coğrafya bilgilerinden yararlandılar. Amerika, Afrika ve uzak Asya’yı işgal ettiler. Soygunla zengin oldular ama çevreyi bozdular ve nesillerini kirlettiler. Kürkü, boynuzları ve bağası için hayvanları öldürdüler ve hürriyetleri için direnen yerli halka soykırım uyguladılar. Aztek, İnka ve Maya’lar gibi kendilerinden olmayan zayıf toplulukları katletmede yarıştılar.

Kristof Kolomb; Amerika kıt’asında geniş bir sömürü alanını Avrupalılara açan vahşi kapitalizmin sembollerinden biridir.

Kendisi Antil Denizinde küçük bir yerleşim yeri olan Espanola adasında ölmüş, ama ilk defa yola çıktığı Sevilla şehrinin Ulu Camiden Katedrale çevrilen mabette temsil edilir. Meskito-Katedralinin ortasında içi boş, ama kendilerince çok anlamlı bir anıt. Dört kralın omuzlarında taşınan bir tabut ve içinde de Kristof Kolomb. Kralların omuzları üzerinde taşınacak kadar değerli bir aziz yerine konulur. Görkemli kral heykelleri ve elindeki mızrak Endülüste son düşen İslam kalesi Granadayı sembolize eden nar’a saplanmış. Kristof Kolomb, gerçek kimliğinin dışında idealize edilmiş, bir aziz, minnet duyulan bir kahraman olarak takdim edilmiş.

            Kristof Kolomb, 1451 yılında Cenovada doğan Yahudi kökenli, denizci bir aileden geliyor. Deniz seferlerinde İspanyol ve Portekiz krallarından maddi yardım alıyor. Seyahatlarında denizlere açılırken daima yanında Müslüman Morisko ve Müdeccenlerden rehber ve bilge uzmanlar bulunduruyor.

            Uzun süren bir deniz seferinde hep aynı yöne gittiği halde karaya ulaşamayınca tayfalar isyan ettiler. Kolomb, isyancıları yatıştırmak için kaptan köşkünün üzerine çıkıp konuşur;

            “ Buralarda mutlaka kara vardır. Ben bunu Osmanlı gemicilerinden ve onların yazdığı kitapları okuyarak öğrendim. Müslümanlar yalan söylemez ve yalan yazmazlar. Kara muhakkak buralardadır.”

            Aynı gün karayı görüyor ve üzerinde sade-temiz ve sakin yerlilerin yaşadığı adalara çoğu korsan tayfalar ateşli silahlarıyla çıkıyorlar. Kristof Kolomb, gösterildiği gibi masum bir kaşif değil, çıkıp işgal ettiği her yerde soygun ve katliam yapan bir sömürge elçisidir.

            Son yılları hastalıklarla geçti. Nihayet 1506 yılında ve 55 yaşındayken Antil Denizindeki Espanola adasında öldü ve Santa Domingo manastırına gömüldü.

            Avrupa ülkelerinin denizcilik tarihi üzerine yazılan kitaplar Kristof Kolombun sözlerine özel bir yer verir. Tayfaları arasında çok güvendiği ve bilgisinden faydalandığı bir Müslüman denizciden bahseder;

“Rodrigo sıradan bir tayfa değil, Müslüman deniz kuvvetlerine mensup bir kılavuz. Dinini ve gerçek ismini herkesten gizler. Çok güzel İspanyolca ve İtalyanca konuşur. Bunları gemide benden başka kimse bilmez.

            Ben de Yeni Dünyanın keşif şerefini resmen bir Müslüman’a vermek ve paylaşmak istemedim. Mükâfatı da Ona teslim etmedim.” 

            Kastilya Kraliçesi İzabel, bu büyük deniz seferinde karayı ilk görene büyük bir mükâfat sözü vermiş. Karayı ilk gören Müslüman kılavuz olmuş. Buna rağmen mükâfatın asıl sahibi olan maiyetindeki Müslüman denizcinin adını açıklamadı ve ödülü Ona vermedi. Keşfin onuruna ve mükâfatına tek başına Kristof Kolomb sahip oldu.

            Endülüslü ilim adamı İbni Rüşt, dünyanın yuvarlak olduğunu ve Atlas Okyanusunun ötesinde yeni bir kıtanın, Amerikanın varlığını kitabında açıkça yazmıştı. Toledo tercüme okulunda Latince ve bütün Avrupa dillerine çevrilen eserleriyle bu öğrenildi.

            Şöhretli Osmanlı denizcisi Piri Reis, gezip görerek yazdığı Kitabul Bahriye adlı eserinde Yeni Dünya ( Amerika ) nın 1465 yılında keşfedildiğini, çizdiği haritalarıyla da bu kıtaya Antilya adının verildiğini bildiriyor. Piri Reis, Kristof Kolombdan 27 yıl önce bahriyelileriyle birlikte Amerikaya çıkmış, etrafında keşif seyahatını tamamlayıp aslına uygun haritasını da çizip insanlığa armağan etmiş.

 Türkistan İslam ekolünün yetiştirdiği büyük İslam âlimlerinden Biruni ( 1040 ) yılında yazdığı coğrafi keşif ve buluşlarla ilgili eseri“El Kanunul Mes’udi” eseriyle Amerikanın varlığını bildirdi. Kristof Kolombdan çok önce Haitiye giden Osmanlı denizcileri yeni keşfettikleri adalara Türkçe isimler verdiler. Saltkaya, Onkaya, Yüzkaya ve Binkaya adlarını verdiler. Bugün Atlas Okyanusundaki Türk Takım adaları asırlardan beri bu isimlerle zikredilmekte ve haritalarda yazılmaktadır.1935 yılında Texas eyaletinin Huston sahillerinde yapılan arkeolojik kazılarda bulunan bir metal Kurs üzerinde o eskimeyen harflerle “Şems” kelimesi yazılıdır. Çoğaltılarak verilen örneklerle Amerikanın Kristof Kolombdan çok önce keşfedildiği kesinliğe kavuşmuştur.

 

                     SÖMÜRGE KÜLTÜRÜNDE MİSYONERLİK    

 

Kolombun denizlere açılmadaki gerçek niyeti ve merakı masum bir keşif gezisi değildir. Asıl maksat bütün Avrupalılarda var olan yeni soygun ve sömürü alanları açma ihtirasıdır.

Türkçeye de çevrilen “Sömürge İmparatorluğu” adlı eserde satır satır okuyoruz. “Avrupa beş asırdan beri sömürgecidir. Ancak Kolombun Amerikaya çıkışıyla sömürgecilik yeni bir ivme ve hız kazanmıştır. O, denize açılmadan önce Müslüman asıllı rehberin dışında tayfa olarak gemilere seçerek aldığı hırsız, katil, çapulcu ve maceraperestlerle yola çıktı.

            Katolik inancını yeni topraklarda yaymak ve kendilerince kâfirleri Hıristiyanlaştırmak için İspanya adına kraliçe Pasaklı İzabelden de büyük destek alan Kolomb, Amerika kıtasında karaya çıkar çıkmaz kılıçları kınından sıyırıp soygun ve çoluk-kadın demeden katliama başladılar.

            Kolombdan sonra Sevillada ve Altın Kulenin arkasında Kuvadal Küvir nehri üzerindeki aynı limandan biri daha denizlere açıldı. Türkiyede, Milli Eğitime bağlı okullarda öğrencilere dünyayı ilk dolaşan denizci diye takdim edilen soyguncu-misyoner Macellandı. İspanya monarşisinin maddi desteğiyle ve beş gemiyle okyanusa açıldı ve bir yıl sonra Viktorya adlı güvertesi altın ve kıymetli ganimet mallarla dolu tek gemiyle geri dönebildi.

            Macellan ( 1480-1521 ) Portekiz asıllıdır. Macellan İspanya kralının emrinde ve desteğinde defalarca denizlere açıldı. Bu seyahatlerin hepsi de misyoner faaliyeti, soygun ve sömürü için yapılmıştır.

            Oysa Piri Reis, yıllar önce dünyayı dolaşmış ve çizdiği haritayı insanlığa armağan etmiştir.

            Macellan, İspanya ve Portekiz kırallarından aldığı paralarla dolaşan bir misyonerdir. Karaya çıktığı her yerde önce yüreklere korku salan kıyım, sonra da Hıristiyanlığın propogandasını yaptı.

Macellan ilk defa bağımsızlığı, hürriyeti her değerin üzerinde tutan ve yalnız Allahın iradesine teslim olan Filipinlerde bilinçli Müslümanlarla karşılaştı. Macellan seyahatlarından birinde Kuzey Afrikada Müslümanlarla savaştı, tayfalarına katliam emirlerini verdi.

            1509 ‘da Hindistan Müslümanlarına karşı savaştı. 1519 yılında gerçekleştirdiği son seferi ise özellikle Müslümanlara karşı kin taşımaktadır.

Filipinlerde karşılaştığı direnişçi Müslümanlara karşı savaşa girdi. Halkın kıymetli mallarını ve altınlarını gaspettiler. Filipinli Müslümanların mukavemeti beklemedikleri kadar sert oldu. Sömürmek, yağmalamak amacıyla saldıran Macellan ve korsanları bu çatışmalarda yaralandı ve öldüler.

 

            MACELLAN  VE VASKO DÖ GAMA

    

            Macellan da Kolomb gibi uzun deniz seyahatlerinin asıl amacı masum coğrafi keşifler değil, soylu keşif gezileri değil, İspanya için sömürge alanını daha da genişletmek ve daha çok soygunla zenginleşmek hırsıdır. Hatta İngilizlerle başlayan yeni sömürge alanları açma ihtirasıdır. Avrupada ilk defa Fransızca yayınlanan “Sömürge İmparatorluğu” adlı eserde itiraflarla günah çıkaran satırları tekrar dikkatle okuyoruz.

            “Avrupa beş asırdan beri sömürgecidir. Kolombun Amerikaya çıkışıyla sömürgecilik yeni bir ivme kazanmıştır. Kolomb denize açılmadan önce tayfa olarak gemilerine seçerek aldığı hırsız, katil, çapulcu ve maceraperestlerle yola çıktı. Katolik inancını yeni topraklarda yaymak ve kâfirleri Hıristiyanlaştırmak için İspanya adına kraliçe Pasaklı İzabelden büyük destek alan Kolomb ve korsanları kılıçlarını kınından sıyırıp saldırdılar. Sözde keşif için çıkılan yolculuk aslında Ortadoğu ve Kudüs üzerine yapılan Haçlı Seferlerinden başka bir şey değildir. Amerikada öldürerek ve yıldırarak, yerli halkın elinden altın, gümüş ve değerli mallarını zorla alıp İspanyaya taşıdılar. Kolomb yola çıkarken Kralların ve zengin armatörlerin desteklerini de almıştı...”     

            Yeni sömürgeler arayışının Kolomb ve Macellandan sonra gelen üçüncü enstrümanı yahut Vatikannın görevlendirdiği kaşif figuranı da Vasko dö Gama adlı Portekizli denizci Misyonerdir. Vasko dö Gama ( 1460-1521 ), Portekiz kralının maddi desteğiyle masalsı zenginliklerini sömürmek için Hindistana ulaşan en kısa deniz yolunu bulmak amacıyla yola çıkar. Vasko dö Gama’nın korsan tayfaları tarafından doğu Afrika sahilleri, Mozambik ve Kalküta yağmalanır, talan edilir ve direnen yerli halka soykırım yapılır. Yolda rastladıkları mal yüklü ticari gemilere ateşli silahlarla saldırır ve zaptederler. Karaya çıkıp Gama şehrinde korsanlara direnen halkı çoluk çocuk öldürürler. Sözde büyük kaşif Vasko dö Gama ilk seferinden on gemi dolusu ganimet mal ile Portekize döndü.

            Kolomb, Macellan, Vasko dö Gama ve diğer sömürge aktörlerinin açtığı çığırla dünyanın büyük bir kısmı Avrupalı sömürgecilerin eline düştü.                     

 

 

6. BÖLÜM

 

ENDÜLÜSÜN  OSMANLIYI  KEŞFİ

 

Yetiştirdiği ilim adamlarıyla Endülüsün Avrupayı aydınlattığı dönemde Ertuğrul, oğlu Osmanla birlikte konar-göçer aşiretini Söğüt yaylasına kadar getirmiş ve çadırlarını kurmuştu. Verdiği eğitimle obasını Bizansa karşı hazırlarken, Edebali gibi alimlerin huzurunda öğüt almayı da ihmal etmiyordu. Müslim veya Gayrı Müslim, herkese karşı adaletle davranıyorlardı. Bizans için çok önemli bir şehir olan Bursayı 1326 yılında fethiyle birlikte Osmanlı beyliği Endülüs devlet ve ilim adamlarının dikkatini çekmeye başladı. Bu tarihlerde Osmanlı beyliği de Endülüste bulunan Tavaifül Mulukten birine benziyordu.

Ancak Endülüs aydınları arasından, günümüz araştırmacılarını hayrete düşüren deruni basiret, feraset ve keşif sahipleri çıkıyordu. Değişik asırlarda yaşayan ve ölümsüz eserleriyle rahmetle anılan Başta İbni Rüşd, İbni Haldun, İbni Arabi, İbni Hazm, İbni Bace, İbni Tufeyl, Selahaddin Eyyubinin doktoru Meymoni ve İlk Katarakt ameliyatını yaparak tıp tarihinde yerini alan Muhammed Gafikiden başka dikkatleri üzerine çeken bir sosyolog daha vardı: Ebu Hayyan.

Ebu Hayyan, Orhan Gazi döneminde yaşadı. Orhan Gazinin aşireti içinde henüz Endülüsün adını duyan ve yerini bilenlerin sayısı bir elin parmakları kadar bile değildi. Fakat ilim çevrelerinde asıl ismi, Şeyhulimam Esiruddin Ebu Hayyan Muhammed bin Yusuf olarak biliniyordu.

Osmanlı aşiretinin Bursaya yeni yerleştiği sırada, ulaşım ve haberleşme imkanlarının çok az olduğu bir zamanda, Endülüs gibi uzak bir ülkede yaşayan bir alim Osmanlıyı bekleyen aydınlık geleceği keşfetmişti. Küçük bir aşiretten, muhteşem yükselişiyle bir Cihan Devletinin doğuşunu görmüştü. İlerde Osmanlının İslama büyük hizmetlerde bulunacağını, ilim, sanat, adalet ve idarede sergileyeceği örneklerle İslama ve İnsanlığa yararlı ve faziletli olacağını eserlerinde Endülüs halkına duyurmaya başlamış.

Sadece Osmanlıyı övmekle kalmamış, kendisi bizzat gayretle çalışmış ve Türkçe öğrenmiş. Osmanlı Türkçesinden Arapçaya tercüme yapacak kalitede Türkçeyi öğrenmiş. Bununla da kalmamış, bütün Endülüs aydınlarına Türk Dili ve Edebiyatını öğretmek için birbirinden kıymetli üç adet kitap yazmış.

İlk eseri, Kitabul İdrak el Lisanul Etrak. İsminden de anlaşılacağı gibi, Türkçe lisanını anlama kitabı.

İkincisi, Kitabul Ef’al fi Lisanut- Turk. Türkçe fiiller kitabı.

Üçüncü kitabı da Zehvul Mülk fi Nahvit-Turk. Yani Cümle bilgisi ve Türkçe gramerin zenginliği.

Merhum Ziya Paşanın Endülüs Tarihi, sayfa 477’de zikrettiği gibi Orhan Gazi döneminde Endülüs Üniversitelerinde ( Medreselerinde) ders veren Osmanlı hayranı büyük alim Ebu Hayyan, Hicri 745, Miladi 1345 tarihinde Kahirede vefat ediyor. Allah Rahmet etsin.  

 

ENDÜLÜS – OSMANLI  İLİŞKİLERİ 

 

Doğu Roma İmparatorluğu olarak dünya tarihinde en uzun süre var olan Bizansın yıkılış haberi bütün Avrupayı sarstı. Resulullahın hadis-i şeriflerinde adı geçen Konstantiniyye, artık İslam diyarının şerefli bir başkenti olmaya hazırlanıyordu.

İstanbulun 1453 mayısında Fethi haberi, İber yarımadasında çevresini kuşatan Katolik kırallıklarının tazyikiyle gerileyen ve küçülerek Kırnatadan ( GIRANADA) ibaret kalan Endülüs Müslümanlararı için bir umut ışığı oldu. Mutlu oldular, kendilerine güvenleri arttı, Hatmi Şerifler indirildi.

Endülüste Kastilya ile Aragon bir evlilik sonrası ülke sınırlarını kaldırdı ve kuvvetlerini birleştirdiler. Kıral Fernando ile İzabel Birleşik kırallığın ordusunu kurdular. Birleşik kırallığın orduları Tapınak şövalyelerinin önderliğinde  Granadayı defalarca kuşattılar. Son Beni Ahmer Emiri Ebu Abdullah, şehir surlarını tahkim edip savunma savaşı verdi.

1477 baharında Granada halkı adına Katoliklerin yoğun tehditlerine karşı yardım istemek üzere Fatih Sultan Mehmede bir elçi gönderdiler. Bu girişim Endülüs halkıyla Osmanlılar arasındaki ilk direkt ve doğrudan ilişkidir. Ona kuşatılmış oldukları halde, şehir surlarının ve sivil halkın hedef gözetilmeden topa tutulduğunu  anlattılar. Fatih bu imdat çığlığına duyarsız kalamazdı. İstanbuldan büyük bir orduyla yola çıktı, ancak Gebzede ansızın ölüm meleğine teslim oldu. Ömrü vefa etmedi. Bu sefer hazırlığı Roma üzerineydi diye yazan tarihçiler oldu.

Acaba Fatihin bu yürüyüşündeki hedef neresiydi?

Hayattayken kimseye bir şey söylememişti, hiç kimse gerçeği bilemedi. Acaba Fatihin birlikte götürdüğü sır, Endülüs seferi miydi?

Yine son Granada sultanı Ebu Abdullah 1487 de İkinci Bayazıttan ülkeyi işgale hazırlanan Kastilya kıralı ve Birleşik ordusuna karşı yardım istedi. Bunun için İstanbula bir elçi elinde, halkın yaşadığı olayları ve korkularını şiirsel olarak anlatan  Feryadname ile Huzuru Şahaneye çıktılar. Okunan Feryadname divanda hazır olan vüzera ağır bir ye’se kapıldı. Mutlaka ve acilen yardım yapılmalıydı.

Padişah önce diplomatik girişimle başladı. İspanyadaki saldırgan Kıralları değil de asıl onlara akıl hocalığı yapan ve Romada oturan Papayı muhatap aldı. Ondan Endülüs Müslümanlarını rahat bırakmalarını istedi. İspanya Müslümanlarına yapılan baskı ve engizisyon vahşetinin son bulması ve akdedilen anlaşmalara sadık kalınmasını istedi. Vatikana ulaşan mektupta tehditkâr bir üslup hâkimdi. Fermanın sonunda “ ...Yoksa Diyar-ı Rumda, raiyetimiz altında yaşayan gayrı Müslimlere mukabele-i bilmisil ceza tatbik edilir !” diye tehdit ediyordu.

Ayrıca İspanya kıyılarını vuran ve korunmasız Müslümanlardan isteyenleri Kuzey Afrikaya taşıyan Kemal Reis, donanmanın başında Akdenize açıldı. Ünlü Osmanlı denizcilerinden Salih Reis, Piyale reis, Barbaros Hayreddin ve Turgut reis yıllarca onlara yardımı sürdürdüler.

Ancak ne Osmanlı, ne Mısır Memlukları, Fas ve Tunus Dayıları Endülüs Müslümanlarına muhtaç oldukları yardımı gönderemedi.

Osmanlıda iki sorun vardı. Biri taht kavgaları yüzünden padişaha karşı baş kaldıran ve savaşan Cem Sultan gailesiydi.

Takipten kurtulmak için Rodos şövalyelerine sığınan Cem Sultanı rehine olarak, Papanın elini daha da güçlendirmek için Vatikana götürdüler. Papanın elinde önemli bir koz vardı. Papanın Osmanlı padişahına verdiği cevap, ise sıradandı. “ Kastilya kıralına rica ettim, ama söz dinlemiyor...”

 

KİTAP  VE  KÜTÜPHANELERİN  YAKILMASI

 

Memluklar ise Osmanlının Avrupa ile ne zaman bir müşkülü alsa, İranla iş birliğiyle Osmanlının güney ve güney-doğusunda sınır ihlallerine girişirler. Endülüse yardıma niyetlenen Osmanlının önünde Memluk engeli bir duvar gibi duruyordu.

Nihayet 1492 yılında Kastilya kıralı Fernando, çaresiz kalan Ebu Abdullahla  yapılan bir yazılı anlaşmayla Gırnataya harpsiz-darpsız girdi ve işgal etti.

İlk yaptıkları, Gıranadanın teslimi için yapılan yazılı anlaşmayı çiğnemek oldu. Katolik olmayan bütün Yahudiler toplu halde İberyadan çıkarılacaktı, yoksa öldürüleceklerdi. Fakat hiçbir Avrupa devleti Yahudileri göçmen olarak memleketlerine gelsin istemediler. Kemal reis Yahudileri gemileriyle Osmanlı coğrafyasına taşıdı. Binlerce Yahudi, İzmir, İstanbul ve Selanik şehirlerine getirip yerleştirdiler.

Müslümanların sosyal konumlarına ve dini hayatlarına ağır müdahale dönemi başlatıldı. Camiler yıkıldı veya Kiliseye çevrildi. Ulucamiler Katedrale dönüştürüldü. Kral Fernando, Müslüman halkın ülke ekonomisi için vazgeçilmez yerini biliyordu. Ancak Vatikanın tavrı çok sertti. Başka memlekete gitmek isteyenler gidecek, kalanlar ise mutlaka Katolik olacaklardı.

Kütüphanelerde, camilerden ve evlerden bütün Arapça yazılmış tarihten edebiyata, teknik, tıb, felsefe veya Kur’anı Kerimler toplandı. Granadanın en geniş meydanına yığıldı ve ateşe verildi. Alevler ve yükselen duman günlerce uzaklardan görüldü. Havayı kâğıt ve mürekkep kokusu kapladı. Müslüman halk üzüntülerinden sokağa çıkamadı. Paha biçilmez el yazması eserlerin yırtılan yaldızlı sayfaları sokaklarda uçuşuyordu. Kütüphaneler kundaklandı.

Vatikanın öncülüğünde zorla Hırıstıyanlaştırma süreci başlatılmıştı. Granada Müslümanları her şeyi göze alıp isyan ettiler. Müslümanların iki defa başlattığı fevri ve sert direnişleri, ordu kuvvetleri tarafından kanlı şekilde bastırıldı.

Engizisyon mahkemeleri kuruldu ve ağır infazlar başladı. Müslümanlar, hapis, kürek cezası, işkence ve meydanlarda canlı-canlı yakılmaya başlandılar. Hayatta kalmak için Katolikliği kabul etmek veya kabul etmiş görünmekten başka çareleri kalmamıştı.

Mutlaka dışardan gelecek yardıma ihtiyaçları vardı. Granada halkının yaşlı bilgeleri tekrar bir umutla Osmanlı Padişahına bir elçi ve yazdıkları uzun bir Feryadname gönderdiler.                 

FERYADNAME-Padişah ve Vüzera huzurunda elçi tarfından okundu

Yüzdört beyitlik şiir Padişaha Endülüs Müslümanlarının selamlarıyla sunulur. Yaşadıkları zorluklar anlatılır ve yardım istenir.

Kafirlere karşı Allahın yardımıyla daima zaferler kazanan, Şehirlerin en şereflisi İstanbula yerleşen, Allahın Müslüman orduları ve Türklerle süslediği Osmanlı yurduna, Din ve takva ehline, Vüzeraya, ulemaya, Kadılara ve meşverette söz sahibi olan bilgelere Endülüste –Darul Gurbette- sahipsiz kalan kölelerden Selam olsun!

Endülüste, Karanlık Rum denizinin ortasında, Büyük bir musibete uğrayan, Şerefli bir hayattan sonra cami avlusunda sakalları yolunan ihtiyarlardan, Sokakta giderken örtüleri çekilip yüzleri açılan kadınlardan, Zorla sürüklenip tecavüz edilen kızlarımızdan, Oruçlu iken zorla domuz eti yedirilen ninelerden sizlere selam getirir, bastığınız yeri ve eşikleriniz öperiz!

Başımıza gelen felaketi ve hal-i perişanımızı efendimize arz ederiz!

Muhammedin dini uğrunda haçlılara karşı cihat ettiğimiz günlerde ölüme, esarete, işkenceye, açlığa ve kıtlığa dayandık. Asırlardır haçlılar üzerimize çekirge sürüsü gibi geldiler, şehitler vererek çarpıştık, çoğunda da galip geldik. Bütün haçlı şövalyeleri üzerimize üşüştü, hiç yardım alamadık ve zayıf düştük. Erzakımız ve cephanemiz tükendi. Aylarca kuşatma altında kaldık, atlarımız ve mücahitlerimiz yorgun düştüler, salgın hastalıklara düçar olduk. Ağır toplarıyla surlarımız yıkıldı ve şehirlerimizi birer birer işgal ettiler.

Aramızda yapılan tam elli beş şartlık anlaşmaya uymadılar.

Kastilya Kıralı Fernando ve komutanları bize dediler: “ Şartlarınızı kabul ediyoruz. Hiç baskı olmadan beldelerinize ve mallarınıza sahip olacaksınız.” Fakat ellerine düşünce verdikleri sözlerinden döndüler. Bizi zorla hırıstıyanlaştırmaya başladılar. Dinimizle ilgili bütün kitapları, Kur’anı Kerimleri yırttılar, alaya aldılar, oruç tutan ve namaz kılan bir Müslümanı yakaladıkları zaman onu bayıltana kadar dövüp işkence ettikten sonra yığdıkları odun kümesi üzerinde cayır cayır yakıyorlar. Kiliseye gitmeyenleri tokatlıyor, zindana atıyor ve mallarına el koyuyorlar. Kur’an okuyan, ilahi söyleyen ve Muhammed adını ananları dövüyor ve ağır vergiler alıyorlar. Köleleştirildik, Kelime-i şehadet getirmemiz yasak. Cenazelerimizi İslami kurallara göre defnedemiyoruz. Elimizden alıyor ve bir hayvan leşi gibi çöplüğe, köpeklerin önüne atıyorlar. İsimlerimiz bize hiç sorulmadan ve baskıyla değiştirildi. İtira edenin başına ne belalar geliyor. Küçücük oğullarımız, kızlarımız her sabah zorla kiliseye götürülüyor, onlara yalan ve küfür öğretiliyor. Camilerimiz yıkıldı, çöplüğe çevrildi. Ezanlar okunamıyor, yerine çanlar çalınıyor.

Rabbimiz Allah ve yaratılmışların en hayırlısı Muhammed Mustafa hatırına ve adına siz padişah efendimizden yardım dileniyoruz!      

Romada oturan Papaya sorun, bize verdikleri sözlerden ve haklardan nasıl caydılar?

İslam hükümdarları Hırıstıyanlara verdikleri sözlerden dönmediler. Kimsenin dinine ve namusuna dokunmadılar, kimseyi zorla yurdundan çıkarmadılar.

Sizin mektubunuz İspanya Kırallarına ulaştı ama bir kelimesine bile itibar etmediler.

Aksine bize olan baskı ve işkenceleri arttırdılar.

Mısırdan da elçiler geldi.

Elçilere bizim zorlamasız, gönlümüzce Hırıstıyan olduğumuz yalanını söylediler. Sahte vesikalar gösterdiler.

Biz öldürülme ve meydanlarda yakılma korkusuyla onların zorlamalarına “Evet” dedik. Oysa biz onların zalim gözlerinden uzak, evlerimizde Peygamber efendimizin dini ve Allahın tevhidi üzere yaşıyoruz.

Namaz kıldıkları, ezan okudukları, örtündükleri ve oruç tuttukları tespit edildiği için önce köleleştirilen sonra da kılıçtan geçirilen Belfika, Munyafa ve Huejer Müslümanlarını hatırlayınız. Hatta Endereş  halkı gibi, namaz kıldıkları camiye doldurulup yakılarak kömüre çevrilen Müslümanlar yüreklerimizde yaradır.

Bizim talebimiz: İmza attıkları anlaşmalarına sadık kalsınlar. Yani Dinimize ve Namazımıza dokunmasınlar!

Yoksa, yardımlarınızla buradan Mağribdeki Müslümanların yanına göçmemize izin versinler.

Arzullahi Vasia, Allahın arzı geniş. Hicretimiz burada kimliksiz ve kafir olarak kalmamızdan daha hayırlıdır.  

Ey bütün Müslümanların Padişahı!

Ülkenizde daima huzur ve dirlik olsun. Askeriniz çok ve kuvvetli olsun. Rızkınız bol olsun. Allah sizi daima muzaffer kılsın.

Son sözümüz: Esselamu aleykum Varahmetullahi va barakatuh....”    

 

İlk imdat çağrısının ardından İkinci Bayezit uluslar arası diplomatik girişimde bulundu. Kastilya Kıralı ve onun Vatikandaki akıl hocası olan Papaya birer mektup gönderdi. Endülüsteki Müslümanların rahatsız edilmemeleri için rica etmişti. Bunun etkili olamadığını gördü.

Papaya gönderdiği mektup ve aldığı menfi cevap üzerine, aktif askeri müdahale kararı aldı. Osmanlının hizmetine giren  şöhretli denizcilerde Kemal Reis, eğitip yetiştirdiği levendleriyle birlikte Akdenize açıldı ve güçlü donanmasıyla, sırayla Sicilya Normanlarını bombardıman etti. İspanyol donanmasının bulunduğu Balear Adalarını ve İspanyanın doğu kıyılarını vurdu. Önceden haberleştiği ( Müdeccen ve Morisko) Müslümanları İstanbula getirdi ve onları Galata semtiyle Tahtakaleye ( Tahtul Kal’a ) yerleştirdi.

Barbaros Hayreddin Paşa Katoliklerin aşağılayıp, işkenceden geçirdikleri yetmiş bin  Müdeccen ve Moriskoyu Fas ve Cezaire taşıdı. Yavuz Selim ve Kanuni dönemlerinde Turgut Reis, Salih ve Piyale Reisler İspanya üzerine seferler düzenlediler.

Endülüs Müslümanları Kanuni Sultan Süleymana Onun ferman-ı şahanesiyle yardımlarına koşan Kaptan-ı deryalardan övgüyle söz edip Şükranlarını bildirdiler.

“...Allah yolunda cihat eden meşhur veziriniz Barbaros Hayrettin Paşa, daima Mağrib halkının yanında yer aldı. Kendisi Cezayirde iken bizim zor durumumuzu Ona bildirdik. Haber saldı ve biz sahil şehirlerinde toplandık. Kuvvetli donanmasıyla geldi ve bizleri çoluk çocuk zalimlerin elinden kurtardı. Binlerce sahipsiz Endülüs Müslümanı onun sayesinde kuzey Afrikaya göç ederek hürriyetlerine kavuştular.”

Bunun üzerine İspanya kırallarından Alfonso ve Fernando Müslüman kalmakta ısrar eden vatandaşlarına asimilasyon için Engizisyon mahkemelerini daha sert kullanmaya başladı.

Bu dönemde, Fatihin kuşattığı halde alamadığı Rodos, Kanuni döneminde 1522 yılında Şövalyelerin elinden alınınca Anadolunun Eğe kıyıları güvenli olabildi. Yine 1570 yazında Kıbrıs Venedikli Katoliklerden alınarak Akdenize güven geldi. Üçüncü Murat (1574-1595) dönemi Osmanlı-Endülüs ilişkilerinin yoğunluk kazanmasıyla bilinir.

Lala Mustafa Paşanın 1570 yılında gerçekleşen Kıbrıs fethinden sonra doğu Akdeniz de, özellikle Balkanlarda yaşayan Müslümanlar için Hac yolu emniyet altına alındı.

Barbaros Hayreddin Paşa, büyük gayretla giriştiği deniz ve kara savaşlarıyla İspanyolları Kuzey Afrikadan çıkardı ve 1574 senesinde Tunus Osmanlı ülkesine katıldı. Osmanlı otoritesinin Endülüse yaklaşmakta olduğunu gören İberyada bin türlü zorluk içinde yaşayan Müslümanlar büyük bir ümide kapıldılar. İşkenceyle Katolikleştirilen Moriskolar ve daha önce mecburen Hırıstıyan eğemenliğini kabul etmiş görünen Müdeccenler Tunusa yerleşen Osmanlı yöneticileriyle irtibata geçtiler. Onların istek ve ihtiyaçları doğrultusunda kendi asli kimliğiyle İspanyada özgürce yaşamak isteyen Müslümanlarla, İslam ülkelerine Hicret etmek isteyenleri Kuzey Afrikaya taşımak için Osmanlı elçileri Fas Sultanlığına gidip asırlardır süren bu sıkıntıya son vermek istediler.

Vatikanın istihbaratıyla İspanya Kırallığı bu teşebbüsten haberdar oldu. 1580 yılında bugün Endülüsün başkenti olan Sevillada zorla hırıstıyanlaştırılan Moriskoların büyük çaplı bir isyana hazırlandıklarını öğrendiler. Sevilla ve Valensiya şehirlerinde ve özellikle eski Müslümanların yaşadığı semtlerde geniş kapsamlı sıkı bir silah araması yapıldı. Cezair ve Tunus üzerinden ve Osmanlılar tarafından gönderilmiş barut depoları, cephane ve tüfekler ele geçirildi.   

İran ve Avusturya seferleri dolayısıyla Üçüncü Murat İspanyollarla bir barış anlaşması imzalamayı Osmanlının siyasetine uygun buldu. Bir anda içerde başlayan ve Osmanlıyı uzun yıllar meşgul eden Celali isyanları patlak verdi. Endülüsle fiilen ilgilenemediler. Fakat Endülüs mazlumları Osmanlıya daima güvendiler ve kendilerine tek yardım elinin ancak Osmanlılardan geleceğine inandılar. Malta adasını kuşatan ve İspanyolların namına Dragon-Deniz Ejderi - Dragota dedikleri Turgut Reis, Tapınak şövalyeleriyle yaptığı savaşta ağır yaralanmış, tedavi için getirildiği bugünkü Libyanın başkenti Trablusta şehit düşmüş ve vasiyeti üzere bu şehre defnedilmişti.

 

GIRNATADA  İSYAN

 

Endülüs Müslümanlarının yardım talebi üzerine Osmanlı denizcileri vasıtasıyla Moriskolar güçlenmeye başladı. Bu samimi ilişkileri Katolik Kıralları tedirgin etti ve hemen bir dizi ve çok sert tedbirler alındı. Osmanlını altıncı kolu olarak görülenler tek celse Engizisyon mahkemelerinden geçirilip süresiz zindana atılıyordu.

Valensiya (Belensiya) sahilindeki evinde Osmanlı elçisiyle bir araya geldiğini işkenceyle itiraf eden, eski bir ilim adamı ve Fakih olan, Morisko adıyla Pedro de Castro idama mahkum ediliyor. Yaptıkları anlaşmaya göre Osmanlı donanmasıyla geldiği zaman, Kurtuluş hareketinin ilk kıvılcımı olan Gırnata İsyanına en az altmış bin Moriskonun katılmak üzere hazırlandığını anlaşıldı. Ceza ağırlaştırıldı ve hemen şehir meydanına yığılan odunların üzerine bağlanarak yakıldı. Yakılma işlemi sırasında Müslümanın karşısına bir Haç dikilirdi. Fakih Pedro da bu şekilde yakıldığı haberi İspanyanın her yanında duyuldu.

Sabredemeyen gençler silahlı isyanı başlattılar. Cephaneliği havaya uçurdular ve kışlaya gece baskını düzenlediler. Aynı zamanda Osmanlı sultanı ikinci Selim Handan yardım istediler. Padişah Kılıç Ali Paşayı Endülüse  yardım etmesi için bir fermanla görevlendirdi. Kılıç Ali Paşanın Güçlü bir donanması, daha düşmanla karşılaşmadan İspanya sahillerinde yakalandığı şiddetli bir fırtınayla dağılıverdi.

Kılıç Ali, isyancılara yüzlerce asker, mühimmad ve silah gönderdi. Gırnata isyanının reisi Muhammed Ümeyyenin yardımına koşan en az beş yüz Osmanlı kurmayı vardı. Hürriyetleri için her şeyi göze alıp silaha sarılan Müslümanlara askeri eğitim veriyorlardı. Komutanlara danışmanlık yaparken Gırnata esnafına savaşmayı öğretiyorlardı. Ayrıca Cezair Beylerbeyi de büyük çapta yardımlar gönderiyordu.

Venediklilerin elinde bir korsan üssü olarak kullanılan Kıbrısın fethi öncelik taşıyordu. Bir deniz savaşında aldığı yenilgi üzerine Osmanlının Endülüse yapmayı vaat ettiği yardım imkansız hale geldi. Üç yıl büyük umutlarla devam eden isyan bir kere daha sonuçsuz kaldı. Yakalanan isyancılar kılıçtan geçirildi bir kısmı da ülke dışına kaçarak canını kurtardı. Ama içerde üç yıl süren direniş boyunca Birleşik Kırallık ordusu meşguliyetini ve dikkatlerini kendi içlerine çevirince Osmanlının Kıbrıs ve Tunusu fethi kolaylaştı.             

Birinci Ahmet döneminde ( 1603-1622 ), gemilerle Osmanlı vatanına getirilenler Bursa, Adana, Selanik ve İstanbulun değişik semtlerine yerleştirildiler. Müdeccen ve Moriskolara yardım için Sultan Ahmet camii vakıf gelirlerinin bir kısmı ayrıldı. Vergiden muaf tutuldular ve göçmen çocuklarının parasız okutulması kararı alındı. Anadolu ve Rumelinde seyahat hürriyetlerinin kısıtlamaması ve bu seyahatleri için de kendilerine maddi yardımda bulunulması için valilere ve bölge yöneticilerine fermanlar gönderildi.

Osmanlılar ellerindeki imkânlar ölçüsünde Endülüse yardım için samimiyetle gayret gösterdiler. Bir tarafta Rodosa yuvalanan Katoliklerin bir korsan tarikatı olan Sen Jan Şövalyeleriyle uğraştılar. Kıbrısa yerleşen Venedikliler hem Hac yolunu kesmiş, hem de Osmanlı ile Mısır ve Kuzey Afrika Müslümanlarının ticaret gemilerini soygunla yağmalıyordu. Tunus İspanyolların işgali altındaydı. Ayrıca Osmanlı doğuda Safevilerle Kölemenlerin sınır ihlalleriyle de uğraşıyordu.

Endülüs halkının kurtuluşu için çok daha fazla yardıma ihtiyaçları vardı. Osmanlı gayret ve samimiyetle daha çok yardımda bulunmak istiyordu. Fakat dışardan gelen savaş tehlikeleri ve içerde ortaya çıkan Celali isyanları hayatın acımasız gerçekleriydi, Osmanlının karşısına dikilen engellerdi. Ancak Osmanlını girişimleri, dara düşen Endülüs halkının sıkıntılarını azalttı. Onların canlarını kurtarmak için gösterdikleri emek ve gayret unutulamazdı.                      

                

 

BÜGÜN ENDÜLÜSÜ AYDINLATANLAR

 

MUHAMMED ESAD

ABDULKADİR ES-SUFİ

ROGER GARODİ

 

 

ENDÜLÜS İÇİN GÖZ YAŞI DEĞİL GÖZ NURU!

 

Tam sekiz asır Endülüs burçlarında dalgalanan Hilal ve yıldızlarla donanmış İslam sancağı 1492 yılında diğer Müslüman ülkelerden yeterli yardım gelmediği için, mecburen yapılan yazılı bir anlaşmayla inmiş, yerine Haçlı flamalar çekilmiş. Bu tarih, Endülüs İslam eğemenliğinin sonu olmuş. Tavaifu Mulukun sonuncusu olan Gırnatanın üzerine ısrarla yürümelerinin asıl sebebi İstanbulun rövanşını almak arzusu olmuş. Son Müslüman şehir devleti olan Gırnatanın Haçlılar tarafından zaptı, Avrupanın bütün kiliselerinde çanların günlerce çalınmasıyla kutlanmış. Hırıstıyan kardinaller halka karşı bu başarıyla övünmüşler :

”İstanbulu Müslümanlar aldı ama biz de boş durmadık, Endülüs Müslüman Devletini İspanyadan attık!”

Nasri hanedanının son Emiri Ebu Abdullah, maiyetiyle birlikte tacını tahtını, malını ,mülkünü, tüm otoritesini ve dünyevi makamlarını terk edip giderken ağır üzüntü içinde son bir kere dönüp bakmış. Doğup büyüdüğü Elhamra sarayına haçlılar giriyorlar. Ulucamilerin avlularında haçlı bayraklarıyla Hırıstıyanlar dolaşıyor. Müslüman halk utançtan ve korkudan evlerine çekilmişler Kur’an okuyor ve dua ediyorlar.

Emir Ebu Abdullah, gördükleri karşısında kahroluyor ve ağlamaya başlıyor. Tarihçilere göre yönetime yersiz müdahaleleriyle oğlu Ebu Abdullahı ağır bir sona sürükleyen annesi Sultan Fatıma hatun, oğlunu azarlamış: “ Ağla oğlum ağla ! Memleketini yiğit bir asker gibi çarpışarak savunamadın. Şimdi bir kadın gibi ağla !”

Elbayzın Müslüman mahallesinden görünen bu tepe Siera Nevada dağları üzerindedir. İspanyollar bu tepeye “ El Ultimo Suspiro del Moro” yani Arabın Gözyaşı Tepesi derler. Yahut kısaca “Gözyaşı Tepesi”.

Tarihten ders almasını bilen Akif  bu olayı Safahatında anlatır.

 

          “Endülüs tacı elinden alınan bahtı kara,

Savuşurken o güzel mülkü verip ağyara

Tırmanır bir kayanın sırtına, etrafa bakar

Bırakıp çıktığı cennet gibi zümrüt ovalar

Başlar ağlatmaya biçareyi hüngür hüngür

Karşıdan valide sultan bunu pek haklı görür

Der ki: “ Çarpışmadın erkekler gibi düşmanlarla

Şimdi hiç yoksa otur kadınlar gibi ağla! “                  

                                                                

 

 

 

     

  ENDÜLÜSE  YOLCULUK

 

             Daha kontrolden geçip, havaalanı çıkış kapısına yaklaşırken henüz açtığım telefona ilk mesajı alıyordum. “ İspanyaya hoş geldiniz. Türk büyük elçiliğine şu numara ile ulaşabilirsiniz. Bulunduğunuz ülkenin Türkiye ile arasındaki saat farkı eksi birdir.”

             İspanyadaydık, hem de Endülüsün başkenti Sevillada...

             Önceden Ziya Paşanın Endülüs tarihiyle Engizisyonları gözden geçirmiştik. İspanya için  sarhoş kafayla yazılan “Endülüste Raks” şiirinde “Zil, Şal ve Gül” ülkesi diyen, Madrit Büyük elçimiz Yahya Kemalin şairane hatıralarını teğet geçtik. Keskin üslubuyla Engizisyon Tarihi ve  Mağrip Müslümanlarına  reva görülen soy kırımı- Rekonkistayı, Endülüs Müslümanlarının dört asır yaşadığı acılarını yüreğimizde  hissederek okumuştuk.  

 Sahraların ve Çöllerin Gezgini “ Seyyah-ı Beyaban”,   Mehmet Akif’in seyahatlarını araştırırken, son ömründe Onun ruhunda yanan İspanya hasretine şahit olmuştuk. İstanbul’a  Beyrut ve Antakya’dan yazdığı mektuplar bu hasretin belgeleri.

Hastalığı dolayısıyla tebdil hava için geldiği Lübnan dağlarında ve 1935 temmuzunda satırlara dökülen hasreti bizleri teşvik etti ve ilk fırsatta Endülüse doğru yola çıkmalıydık. Psikolojik hazırlığımız tamamlanmıştı.  

Özellikle ve öncelikle Akif; İspanyayı merak ediyor ve yalnızlığına hayran olduğu seyyah Abdurreşit İbrahim gibi gezmek istiyordu.

 

-          Nasip olursa nisan ayı içinde İspanya’ya giderek Elhamra harabesini görmek istiyorum... Çok iyi olacak. Meşhudatımı ( şahit olduklarımı, gördüklerimi ) yazar ve bir manzume vücuda getiririm.

Bir Müslüman şairi için o havaliyi, o asarı ziyaret etmemek doğru değil!

Hayırlısıyla bu seyahat tahakkuk eder, sonra ihtisasatımı nazma da muvaffak olursam çok sevineceğim...

Ümit ne tatlı şey.

Baharda Elhamrayı temaşa edip, yazın tasvirine çalışacağım...

 

Hasta halinde ve hava değişiminde tutulduğu Endülüs hasreti Akifi başka ufuklara savurur. Şairin hayaline mermi yetişemez.

 

-          Gelecek kışa Himalaya dağlarına çıkarak, Ganj nehri vadilerinde dolaşarak, öbür bahara Hint şiirleri yazacağım!

 

Ancak Akifin ömrü vefa etmez. Bir yıl sonra yüreğindeki özlemle Hakka yürür.

Birçok Akif hayranı gibi, Onun bu Endülüs hasretini tavsiyeden öte bir baba vasiyeti olarak algılıyoruz.

            Bu gelişimizde Akifi, yalnız özlemlerini değil, sanki bizzat kendisini birlikte Endülüse getiriyoruz.

Yıllar önce görevli gittiğimiz İspanya’ya şimdi Akifin gözü ve gönlüyle bakmaya çalışacaktık. Madrit ve ilk Müslüman fatihlere başkentlik yapan Toledoyu yabancı bir turist gibi gezmiştik. Şimdi her iki şehrin adlarının fonetiği değişime uğramış Arapça kelimeler olduğunu gördük.

Bir turizm şirketiyle İstanbuldan Endülüsün başkenti olan Sevillaya üç buçuk saatte ulaşıyoruz. Türkiyenin dört bir yanından, farklı mesleklerden, kimi eşiyle, kimi  oğlu, kızı ve yeğeniyle bu uzun yolculuğa katılmış. Doksan kişilik oldukça kalabalık ve birbirini tanımayan bir gurup oluşmuş. Uçakta tanışmaya başlıyoruz. Henüz havaalanında bir-iki dalgın, unutkan ve dağınık tiplerde sorunlar baş göstermiş.

Gümrük kontrolündan geçip otobüslere binerken problemler başlamış. İki pasaport kayıp, iki bavul ortada yok. Koşuşturup telaşa kapılanları rehber Rıza teskin edip yatıştırıyor. Tekrar peronlardan içeri girip arama taramalar yapılıyor. Problemler çözüldükten sonra servis otobüsleri Granadaya ancak bir saat sonra hareket edebiliyor.

 

HOLA  GRANADA  !

 

İspanyolcada ilk öğrendiğimiz kelime; Hola yani Merhaba !

Granada, İber yarımadasında İslamın düşen son kalesi.

Granada Nar demek. Nar şehrin sembolü olmuş. En kaliteli ve iri dişli nar bu verimli ovada yetişiyor. Etimolojik bakımdan granada veya garnad; geniş düzlükteki yer, anlamına da geliyor. Sevilla şehrinde, ulu caminin yerine yapılan Katedralin ortasında Kristof Kolombun temsili mezarı ve üzerinde, dört kral onun lahdini taşıyor. Aragon kralının mızrağı yerdeki nara saplanmış. Burada Nar, Granadayı sembolize ediyor. Katolik düşüncede Nar ayrıca mistisizmi sembolize eder. Granadaya mistik şehir nazarıyla bakılır.

İspanyada bir tek Müslüman kalmayıncaya kadar, tam iki yüz yıl, meydanlarda el yazması kitapları  ve sehpalarda masum insanları bir dal çıra gibi yakmışlar. Vatikandan beslenen papazlar Bu bir din savaşıdır, Rekonkistadır demişler.

Yıllarca Müslümanlara sürgün, engizisyon, kürek cezası, hapis ve işkence yapmaktan usanmamışlar. Ayrıca bu karanlık geçmişlerinden de yakın zamanlara kadar hiç utanmamışlar.

İspanyollar Katolik.

Muharref Hırıstıyanlığın en tutucu ve en bağnaz mezhebi. Vatikana İtalyanlardan daha çok bağlılar. Katoliklere göre Papa, Hz. İsa efendimizin yeryüzündeki temsilcisidir, halifesidir. Haçlı Seferleri boyunca Akdeniz, Anadolu ve Filistini kana bulayan Sen Jan, Tapınak ve Hospitalier Şövalyelerine asker ve lojistik destek vermiş. Rodos, Malta ve Girite yerleşip yolcu ve ticaret gemilerini haraca kesen Korsan tarikatlar da Vatikan tarafından yönetilmiş.

Kudüs fatihi Selahaddin Eyyubi üzerine İngiltere, Fransa ve Almanya Krallarıyla ve milli ordularıyla birlikte yola çıkarken, Papa İspanyol ve Portekiz Krallarından hiç asker istememiş ve “ Siz İber yarımadasındaki Endülüs Müslümanlarına karşı çarpışmaktan, onları imhadan sorumlusunuz !” talimatını vermiş.      

Granada şehri,  zirveleri karlı, Siera Nevada sıra dağlarıyla çepeçevre kuşatılmış yemyeşil, sulak ve çok bereketli bir ova üzerinde kurulu. Bir yanda Sierra Moreno yani esmer sıradağlar, karşısında Sierra Nevada yani Karlı Sıradağlar.  

Dağa yaslanmış üç stratejik tepe, kentin tarihi dokusunu da belirliyor. Sabıka tepesi, Elbayzın tepesi, Sakromonte yani kutsal tepe.

 

MAĞRİPLİNİN   GÖZYAŞLARI

 

Endülüs Müslümanlarının Dünya San’at Tarihine armağan ettikleri ölümsüz eser Elhamra  Sarayı Sabıka tepesi üzerine kurulu. Beni Ahmer hanedanından Nasri Sultanlığının ikametgahı olarak kullanılmış. Bahçelere Heneralife demişler, diğer tanımlamayla Cennetul Arif yani Yüksekteki Cennet. Elbayzın tepesi, geç de olsa koruma altına alınmış olan, bahçe tanzimi ve mimari dokusuyla İslami kimliğini hayata yansıtan, taş döşeli dar sokaklarında gurup halinde yürüdüğümüz minik bir mahalle. Elbayzın bir Müslüman mahallesidir. Beyaz rengin hakim olduğu sokaklar işgal ve yağma döneminde büyük tahribata ve değişikliğe uğramış.

İspanya Avrupa Birliğine erken katılmanın çok faydasını görmüş. Kısa zamanda gelir düzeyi tavana vurmuş. Müslüman turistler ülkeye akmaya başlamış. Her dini cemaat İspanya şehirlerinde kendi ibadethanesini yaptırmaya başlamış. Elbayzında İslam Merkezi kurulmuş. Kapı üzerinde Besmele-i şerifin sülüs hat ile yazılı olduğu Yeni Camiye heyecanla girdik. Önce Allaha şükredip tahiyyetulmescit, sonra da vakit namazlarımızı eda ettik.

Üçüncüsü de Sakromonte yani Kutsal tepe. Çingenelerin kitle halinde oluşturdukları getto. Hala bu tepede çingeneler iç-içe birlikte yaşıyorlar. Çingenelerin asırlardır oturdukları mağaralar ve taş evler Sakromonte tepesinde gayrı muntazam sıralar halinde görülüyor.

Flamenco ve Sambra dansları bu mahallelerde başlamış.

Bugün turistlere yönelik Flamenco ile süren gece hayatı Cuma akşamı başlıyor ve pazartesi sabahına kadar devam ediyor. Bar, disko ve tavernaların dumanlı, loş havası içinde içkiler, yenilenen tabaklar ve sofralarla gün ağarıncaya kadar sürüyor. Ağırlık Endülüs esintili otantik İspanyol müziğidir. Turist yoğunluğuna göre şarkılar farklı dilde de söylenir. Ama esas İspanyolcadır. Sambra ve Flamenko müzik ve dansı için önceden rezervasyonlar yapılır. Yoksa yer kalmaz ve biletler kapışılır biter.

Diktatör Franko: “Ben bu anarşist ruhlu, zaptedilmez milleti üç ( F ) ile kırk yıl yönettim!” demiş. Nedir bu diyenlere: Flamenko, Futbol ve Fiesta, yani boğa güreşleri ve arenalar demiş. Yüzbin kişilik arenalar ve Barnabeo stadyumları öfke ve heyecanları deşarj etmeye yapılmış.

İspanyada adettir günde dört öğün yemek yiyorlar. Duyduğumuz zaman el-insaf diyor ve hayret ediyoruz. Kahvaltı, öğlen yemeği, akşam yemeği ve sıkı durun: gece yemeği. Madritin sembolü olan ağaca dayalı Ayı heykelinin dibinde, dört öğün. Romalı asiller gibi, önce patlayıncaya kadar tıkınır sonra, dışarı çıkar işaret parmağını boğazına sokar, mideyi tahliye ettikten sonra tekrar dönerlermiş sofra başına. Çok sağlıksız bir adet, sağlıksız bir beslenme tarzı.  

Anadoluda bu insanlara Aptal, oturdukları sokaklara Aptal mahallesi, Almanca sigoyner, İspanyolca ve İngilizce Cipsi diyorlar çingenelere. Cipsi, Ecipsiyodan yani Mısırlı kelimesinden türetilmiş. Mısır çingenelerinin de Kıpti olarak adlandırıldığını biliyoruz. On birinci yüzyılda Mogol hakanı Cengiz Hanın Müslüman şehirlerini tahrip edip, Müslümanları kılıçtan geçirirken Çingeneler de can havliyle önce Mısıra, sonra da Mısır üzerinden İspanyaya göçmüşler. Bu yüzden Mısırlı anlamında isimleri Cipsi kalmış.

Granada altın devrini ondördüncü yüzyılda yaşamış. Beni Ahmer, Kızıl hanedanı Nasriler veya Nazariler olarak da telaffuz edebiliriz. Kolina Roha yani Kırmızı tepe. Kırmızıya çalan toprak zemin üzerinde bir şehir.

Duvarları pişirilmiş kırmızı tuğla, çatıları kırmızı oluklu kiremit döşeli. Albayzın aynı zamanda Pazaryeridir. Endülüste yaşayan son İslam hanedanı Beni Ahmer olmuş.

İspanyanın ikinci büyük katedrali Rekonkista’dan sonra Elhamranın karşısına yapılmış. Yıkılan caminin zemini üzerine yapılan yüksek ve kalın duvarlı Katolik Manastırı Elbayzın tepesinde.       

Rehber Rıza işaret parmağıyla Sierra Nevada dağları üzerindeki bir geçidi gösteriyor.

-          Granadanın son hükümdarı Ebu Abdullah, büyük bir orduyla üzerine gelen Fernando ve İzabel ile yazılı bir anlaşma yaparak şehri terk ederken, bu tepeden dönüp geriye bakıyor. Çaresiz, kendini tutamayıp ağlamaya başlıyor.

Emir Abdullahın annesi, kahırla azarlıyor oğlunu;

-          Ağla oğlum ağla ! diyor. Erkek gibi karşı durup çarpışmadın, bari kadınlar gibi ağla !

1492’ den beri Siere Nevada dağlarındaki bu geçide “ Gözyaşı Tepesi” denir. Özellikle toplam dört asır süren Engizisyon tarihi için çok ağıtlar yakılmış, roman, hikaye ve şiirler yazılmış. Nihayet insaf sahibi, tarafsız düşünürler  yaşanan insanlık dramına “ Ağlamak  değil, Endülüs dramından ders alıp anlamak lazım ” diyerek noktayı koymuşlar.    

Bugün Granada; İber yarımadasının güneyini dolduran, yarım milyon nüfuslu en güzel ve en gelişmiş Üniversite kenti. Ülkenin diğer şehirlerinden ve yurt dışından gelen kırk bin öğrenciye ev sahipliği yapıyor.

İspanyada onyedi eyalet ve iki özerk bölge var. Neredeyse bu memlekette her şehir farklı bir etnik kimliğe sahip. Ancak onları İncilden ziyade bağnaz ve baskıcı Katolik düşüncenin İlmihali olan Kataşizm birlikte tutuyor.

Barselona yönetimi daha da ileri gidiyor ve bizim dilimiz, bayrağımız, soyumuz ve sınırlarımız farklı, bağımsızlık istiyoruz diyorlar. Kırk yıldan beri kuzeyde Basklandın ETA örgütü vasıtasıyla her türlü silahlı (özgürlük savaşı)-terörü yaptığı biliniyor. İspanyada yedi dil konuşuluyor. Bask, Katalan, Aragon, İber, Vizigot ve Ostragotlar, zorla Hırıstıyanlaştırılan Berberiler, Latinler ve Çingeneler kendi dillerini konuşuyorlar. Radyo, televizyon kanalları ve yazılı basın organları var.                         

           

                        ÖLÜLER  BAYRAMI

 

            Meğer Ölüler Bayramında gelmişiz Endülüse. Bayraklar yarıya inmiş. Bayramı çok bir memlekete gelmişiz. Noel bayramı, Paskalya ve papazlar tarafından günahların çıkarıldığı Hamsin Yortusu, Hz. Meryemin ve Hz. İsanın da göğe yükseliş bayramları sırada...

Bütün iş yerleri ve ticaret merkezleri açık. Ölüler Bayramı, Katolikler için bizim Kurban Bayramı kadar önemli. Modern hayat akışı içinde Ölüm unutulur. Ahirete, ebedi aleme göçenler akla bile gelmez. Şimdi ölüler bayramında onlar hatırlanıyor. Mezarlara gidiliyor. Kesin gerçek olan ölüm ve ölüler yeniden anılıyor. Mezarların tamiri yapılıyor. Toprak tavlanıyor, temizleniyor. Yeni çiçekler ekiliyor...

            Ölüler bayramında asıl çiçekçiler bayram ediyor. Çiçek satış fiyatları tavana vuruyor. Çelenkler ve demetlerle kucak dolusu çiçek mezarlığa taşınıyor. 

            Sakromonte yani Kutsal dağdaki mağara evlerde çingenelerle başlamış Flamenko ve Sambra dansları. İlk defa bu tepelerde oynanmış. Dışa açılan İspanyolların Boğa güreşlerinden sonra en önemli turistik sunumları.  

Yukardaki nadide bahçelere aşağıdan geçen Darro nehri üzerine kurulu değirmenlerden sulama suyu taşınıyor. İlk çağlarda Darro nehrinde ilkel metodlarla ve  elekle altın aranırdı. Granadada şimdi dünyanın her köşesinden gelen turistler hayranlıkla Endülüs hatırası, Termos Arabes yani Arap hamamı ve şifalı sular müzesini geziyorlar.

            Kahvaltıdan sonra gün boyu gereksiz ve yanlış bir şey yememeye gayret ediyoruz. Karides yiyen bir karı-kocanın karnı bozuldu, ilaç verdiğimiz halde çok rahatsız oldular, toplu gezilere ayak uyduramadılar seyahatları berbat oldu.

            Kahvaltıda yanımıza aldığımız bir sandviç ve mandalina  bizlere yetiyordu. Darro nehrinin kenarında cesur bir dönerci dükkan açmış. Kocaman harflerle ve renkli olarak yazdırmış; Mat’am Arabi- Helal Çevirme.İkinci otobüsün hemen yarısı burada güven içinde ayranla döneri götürdüler.  

            Granada Hırıstıyanlar tarafından zaptedilen on üç Müslüman Emirliğin-Beyliğin sonuncusudur. Katalon kralı Fernando ile Aragon kraliçesi İzabel 1476 da evlenince İspanyada Hırıstıyan birliği sağlanmış. İki ordu birleşmiş, güçlenmişler ve 1492 yılında Endülüsteki Beni Ahmer eğemenliği son bulmuş.

            Kraliçe İzabelin kötü bir kadın olduğunu batılılardan öğreniyoruz. “Granadayı zaptedinceye kadar iç çamaşırımı değiştirmeyeceğim !” diye yemin etmiş. İki yıl iç çamaşırı kirden meşine dönüşmüş. Bu yüzden adı “Pasaklı İzabel” dir. Müslümanlara yapılan zulmü ve işkenceleri zevkle seyretmiş. Bir oğlu ve dört kızı olmuş. İki çocuğu kendisi hayattayken ölmüş. Bir kızı delirmiş. İngiliz kralıyla evlenen bir kızı da, çocuğu olmadığı için İngiltereden kovulmuş. Eleştirmenler, İzabelin yaptığı kötülüklerin yakınlarından çıktığı yazarlar.  

Katolik krallar, başkenti Toledodan, Granadaya taşıyorlar. Yoğun baskılar, Hırıstıyanlaştırma, köleleştirme, işkence ve sürgünler asırlarca aralıksız sürüyor.

            Ancak yakın bir tarih dilimi içinde, 1838 yılında Engizisyon sona eriyor.   

  

              AZİZLER  CENNETİ  ve  SÖMÜRGE  KÜLTÜRÜ

 

            İspanyada her şehrin ve her meslek gurubunun mutlaka bir ve birden fazla azizi yani koruyucusu var. Toplam Otuz üç bin koruyucusuyla, İspanyada bir aziz enflasyonu var. Paganist dönem uzantısı bir alışkanlık. Paganizmde  her köy ve kabilenin bir tanrısı olurdu. Hangi rahip veya misyoner Afrikada veya güney Amerikada yaşayan bir halkı Hırıstıyanlaştırırsa, hizmetleri dolayısıyla İspanyada aziz ilan edilir ve heykeli dikilir, ikonası çizilir. Avrupaya özgü sömürge kültürü içinde o topraklar İspanyaya bağlanır. İspanya 1500 ve 1600 yıllarında çok zengin oldu ve sömürgelerdeki servet Avrupaya taşındı. Şimdi Katolik rahipler arasında M. Ali Ağcanın suikast yaptığı papa için bir çalışma başlatılmış. “ Vurulduğu halde ölmedi, o halde papa azizler arasına girmiştir!  

Şehri çarşı Pazar dolaştığımız serbest saatten sonra Akife nasip olmayan Elhamrayı gezeceğiz.

Otel Viktorya önünde uyarılıyoruz. Dikkat çantanıza, cebinize sahip olun. Bu çarşıda dalgınlık affedilmez. Size elinde bir dal biberiye uzatan çingene kadın bileğinize yapışır, falınıza bakmak ister. Sakın razı olmayın.

Adalet Sarayının karşısında Santa Ana Kilisesi. Asırlarca zarif bir cami olarak ezan ve hatmi şeriflerin çağladığı cami, Rekonkista ile Katedrale çevrilmiş. Granada merkezinde kesişen iki caddeden biri Kolon, diğeri de Katolik Krallar caddesi. Etrafında suların coştuğu Bir heykel. Keşif maksadıyla yol hazırlığındaki Kristof Kolomb, Kraliçe Pasaklı İzabelden sponsor olmasını rica ediyor. Arzusu yerine getiriliyor ve Kolomb, Kuvalal Küvir ( Vadil Kebir) nehri kıyısında bulunan Endülüs eseri Altın Kuleden yola çıkıyor.

Fernandonun torunu Şarlkent, tüm Katolik beylikleri birleştirerek Monolit İspanyayı kuruyor. Yeni sömürgelerle beş kıt’ada toprak sahibi olan İspanya doğuyor. Orta ve Güney Amerikadaki yerlileri teslim oldukları halde ya öldürüyor, ya da Hırıstıyanlaştırıyorlar. Denizcilerle birlikte gelen Cizvit rahipleri ve misyonerler, yerli medeniyetlerden İnka, Maya ve Azteklere incili veriyor, ülkelerine ve servetlerine sahip oluyorlar. İspanya ve Portekize dönen bu keşişler, hizmetleri karşılığında aziz olarak kutsanıyorlar.

Mariya Dolore - Meryemin Acıları Kilisesi, yanında Granadanın en büyük Katedrali Avemariya, Rönesans tarzı ilk kilise. Endülüs mimarisinden esinlenen Toledo Katedraline benzetmeye çalışmışlar ama olmamış. Endülüs camileri gibi aydınlık değil, karanlık ve kasvetli. Papazın önünde eski sunak taşı yerine bir mermer masa, arkasında yüksekliği tavana kadar ulaşan abanoz mihrap ve üzerinde Hz. İsanın ve sayısız meleklerin kabartma resimleri. Tepede de savrulan sakallarıyla daha çok pagan Yunanda tanrıların babası Zevze benzeyen (haşa) Allahın heykeli. Vahiy gelmeden önce Ka’bede üçyüzün üzerinde, böyle büyüklü-küçüklü sembol tanrı heykelcikleri vardı.  Hz İsa efendimizin ve Hz. Meryemin kemiklerini sızlatırcasına Kiliseler-Katedraller  eski puthanelere dönüştürülmüş.

Kaldırımda bir Bağdatlı hattat, kamış kalemleri divitlere batırıp Hat san’atından örnekler üretiyor. Hanım üç yüro verip torunun adını söylüyor. Bağdatlı Hattat bir dakika içinde Sülüs ve Divani Hat üzere yazıyor: Ulyanur. İsmini yazdırmak için sıraya giren turistler çoğalmaya başlıyor....Filip, Mariya, Frederik, Gonzalez....          

 

ELHAMRA

 

Elhamra yahut Kırmızı Saray. Giriş ücreti otuz yuro. Nakolina Roha yani Kırmızı Tepe üzerinde. Granadanın son Müslüman hanedanı Nasrilerden beşinci Muhammet Tarafından tamamlanıyor. Daha giriş kapısında ihtişam gözleri dolduruyor.

Sütun başlarındaki zarif oymalar ve duvarlarda kesişen mozaik fayanslarda dünyevi anlamda bir sır aramak mümkün değil. Elhamra: Varoluşun-Existansiyalizmin öykülerinin anlatıldığı bir bilgelik eseri. Yaratılış gerçeğinin geometrik şekil ve renklerle anlatımı...

Üçüncü gözle yani Sezgiyle olsun Elhamra sırrını fark edebilen ve bu ihtişamı görebilenlere ne mutlu.

Saray üç bölümden oluşmuş. El Kasaba yani ufku tarassut eden, gözleyen ve koruyan Kale, asıl ikamete ayrılan Saray kısmı ve Endülüs bahçeleri. Arap stiline sadık kalınarak manikürlenmiş bahçeler. Yamaçlarda ise Sarayın sebze ihtiyacına cevap veren bostanlar. Çiçekler demiyorum, pembe veya mavi Afrika kökenli ağaçlarla müzeyyen bahçeler. Üstelik bu eser Tayflar, ( Tavaifil Müluk ) yani bölünmelerin hızlandığı Beylikler döneminde inşa edilmiş. Bu dönem eğemenlik açısından gerileme, bölünme ve zayıflama dönemidir. Sarayın yazlık bölümünde bitmez-tükenmez asma bahçeleri. Elhamra Sarayı canlı bir akademidir. Güzel sanatlar okuludur.

Elhamrada su saflığın sembolü. İnce sütunlar arasındaki mermer oymalardan kıvrıla büküle akan sular ve görüntüsüyle serinleten fıskiyelerle bezeli.

 Siera Nevada dağlarının eriyen karları, Mağriplinin gözyaşları olup, Darro nehrini besliyor.

Kırk kilometre uzaktan ve Darro nehri boyunca döşenen kanallarla tüm Granada şehrine ve Elhamra sarayına su çekiliyor. Temiz sular çeşmelerde İçme ve bahçelerde sulama suyu olarak kullanılıyor. Elhamra sarayında iki bin insan yaşıyor.

Tavanda mukarnas köşeğenler, pirizmatik, iç içe geçmiş, orijinal mermer kolonlar havuzlu bahçeye açılıyor. Harem bölümünden balıklı havuza doğru iki yanımızda üzeri oluklu Marsilya kiremitleri döşeli yüksek duvarlar. Havuzun durgun sularına taht salonunun aksi yansıyor. Hindistandaki Tac Mahalin buradan esinlenerek yapıldığı vurgulanıyor.

Granada işgalinden sonra kral Karlos aynı tepede kendi adına yaptırmaya başladığı saray için, Elhamranın büyük bir kısmını yıktırdı. Geniş, havadar odaları uzun yıllar soyluların ikametgahı oldu.

 

 

 

 

LE  GALİBE  İLLALLAH !

 

Taht salonu duvarlarında ısrarla ve sülüs hat ile tekrar yazılan bir ayet: Le Galibe İllallah! Allahtan başka galip yoktur. Kapı üstü, pencere kenarı, boydan boya duvarlarda aynı yazı:  Allahın yegane galip olduğunu dün içinde yaşayanlara, bugün de dışardan gelenlere, tüm dünyaya ısrarla söyleyen tek saray: Allahtan başka galip yoktur.

Aslanlı avlusu bir vaha gibi yapılmış. Mavi-yeşil mozaikleriyle odalar birbiriyle irtibatlı.Salon dekorasyonu mükemmel.Isınmada ortaya konan mangalın sade metaforik-sembolik bir anlamı var. Çünkü oda ve salonlar zemin altından ustaca geçirilen su kanallarıyla ısıtılıyordu. Yazın üst, kışın alt katlarda ve ahşap sedirlerde oturuluyordu. Kral Şarlkent  Granada düşünce altı ay bu sarayda yaşadı.

Yağmalandıktan sonra uzun yıllar kaderine terk edilen Elhamra, harabeye dönmüş. Giriş holü davar ahırı olmuş. İçinde berduşlar, alkolikler gecelemiş. Duvarlar yıkılmış, kabartmalar, renkli mozaikler sökülüp kırılmış.        

İşgalden sonra Rekonkista süreci başlayınca burada ikamet yasaklanmış. Meceraperest Napolyonun saldırısında da bu eşsiz eser hayli tahrip edilmiş.

Bunca tahribata ve ilgisizliğe, yıkılan iç duvarlara rağmen Elhamra sahipsiz ve yaralı haliyle zamana karşı direnerek ayakta kalmayı başardı. Turizm sektörünün büyük rantı göz önüne alınınca Elhamrada devlet eliyle tamir başlatıldı. Yerliden çok yabancı ziyaretçiler arttıkça restorasyon hız kazandı. Sanat tarihinin en zarif eserleri arasına girdi. İslam medeniyetinin ve İslam estetiğinin canlı örneği oldu.

 

 OSMANLIDAN  YARDIM  TALEBİ

 

İspanyaya çıkan Müslümanlar tam üç asır mükemmel bir yönetim örneği sergilediler. Puvatya yanilgisine rağmen Pirene dağlarının kuzeyi Lille şehrine kadar Endülüs eğemenliğindeydi. Müslüman fatihler, Beylikler döneminde ( Tavaifil Müluk ) onüç parçaya bölündüler. Birbirleriyle savaşmaya başladılar ve zayıf düştüler. Buna karşılık Vatikanın müdahalesiyle Hırıstıyan Krallıklar birleşip güçlendiler ve Müslüman Emirlikler teker teker düşmeye başladı. Halk baskıyla din değiştirmeye zorlandı. Sürgün edildiler. Malları gaspedildi. Ağır vergiler ödemeye başladılar ve fakir düştüler.

Kuzey Afrikalı Müslümanlardan, Mısır Fatımilerinden ve Osmanlı Devletinden yardım istediler. Fatih Sultan Mehmedin oğlu ikinci sofu Bayezıt, bu taleplere ilgisiz kalmadı. Bayezıt, Kral Alfonso veya Fernando’ya  değil, onları yöneten ve yönlendiren Vatikandaki Papaya iki Osmanlı elçisi gönderdi.“ ...Eğer Kastalya kralı Gırnata kuşatmasında ısrar eder ve Müslümanlara zarar verirse Rum’da ( Anadoluda ) raiyetimiz altında bulunan Hırıstıyanlara  aynıyla muamele edilecektir...” fermanıyla Papayı tehdit etti.

Papa bu isteği görünürde yerine getirdi. Ancak kral Fernando dinlememiş, inat etmiş ve İspanyadaki son Müslüman beyliği olan Gıranada düşmüştü.

Aynı yıllar Osmanlıda Cem Sultan sorunu vardı. Ağabeyinden kaçan Fatihin küçük oğlu can havliyle Rodosa sığınmıştı.

Vatikana bağlı bir korsan tarikat olan Rodos’a hakim Sen Jan  şövalyeleri, Osmanlıya karşı Romanın elini güçlendirmek için koz olarak Cem Sultanı Papaya teslim ettiler. Taht kavgası yüzünden İkinci Bayezıt da Cem Sultan Romada zehirlenerek öldürülünceye kadar Papayla her şeye rağmen iyi ilişkilerini sürdürdü.

Müslüman ve Yahudi sürgünler Osmanlı denizciler tarafından İstanbul ve İzmire taşındılar. Bugünkü İstanbul Üniversitesinin bulunduğu alanda bir kale vardı İspanyadan kaçan Müslüman göçmenler Kale altına yerleştirildi. Bu semtin adı Tahtul Kal’a idi. Yani Kale altı. Ama cumhuriyet döneminde dilde de devrim yapan inkılapçılar, helal olsun dilimizi Arapça kelimelerden temizlediler. Tahtul kal’a, adını düzelltiler (!)Tahta Kale yaptılar. Yalnız Teksasta ve Vahşi Batıda değil bizim de İstanbulda bir Tahta Kalemiz var.          

Ne mutlu Türküm diyene(!)...

 

DAĞ-TAŞ  ZEYTİNLİK

 

Kırk milyon nüfuslu bir Akdeniz ülkesi olan İspanyada yüz elli milyon zeytin ağacı dikili. Zeytin ve türevlerinin üretiminde İspanya, İtalya, Yunanistan ve Türkiyeyi sollamış. Avrupa Birliği her ağaç zeytin için İspanya’ya yılda karşılıksız oniki yuro veriyor.

Ancak  bol verim almak ve kısa zamanda daha çok kazanmak için genetiğiyle oynanmış bir zeytinliğin içindeyiz. Zeytin taneleri iri fakat tatsız.Bizim köylerimizde yetiştirdiğimiz daha küçük habbeli fakat çok lezzetli zeytinlere benzemiyor. Memleketimizde de buğday, domates ve kavunun da genetiği değişince tadı kalmıyor. Çekirdeksiz karpuz üretiliyor. İnsan için sağlıksız hatta kanser yapıcı olduğu yıllar sonra ortaya çıkıyor. Normalde on yıl sonra verim alırken, yeni metotla ekilen bir fidan iki yıl sonra zeytin vermeye başlıyor.

İspanyada dağ-taş zeytin ağacı. Zeytincilik kooperatifler aracılığıyla yapılıyor. Devşirme işi de modern toplama araçlarıyla, ağaçlara zarar vermeden, taze sürgünleri kırmadan yapılıyor.

İçinde pres, mengene ve rafine cihazları bulunan İspanyol gemileri İzmir limanına yaklaşıyor. Yüzlerce ton zeytin güverteden depolara indiriliyor. Hammadde olarak alınan zeytin işlenmeye başlanıyor. Gemi İspanyaya doğru yola çıkıyor. Atölyeler çalışıyor. Zeytinyağı damıtılıyor. Şişeleniyor, paketleniyor ve üzerlerine İspanya etiketleri yapıştırılıyor. Ve dünyanın en kaliteli ve en sağlıklı zeytinyağı orta Avrupa ve İskandinav ülkelerine satılıyor. Zeytin bizim ama kaliteli zeytinyağı ve pazarlar İspanyanın oluyor.

Asırlardır batı Anadolu dağlarını kaplayan zeytin ormanları, iklimi ve coğrafyasıyla doğal kalitesini koruyor. Bir yıl bol veriyor,”var senesi” diyoruz. Bir yıl az veriyor “yok senesi” diyoruz. İspanya her yıl rekolteyi arttırıyor.           

 

KURTUBAYA  YOLCULUK

 

Endülüs İslam Kültürünün kıpır kıpır yaşadığı Granadada yüreğimizin bir parçasını bırakıp, Kurtuba istikametinde yola çıkıyoruz. Şehir dışında Fabrikalar ve sanayi tesisleri başlıyor. Sağımızda uzanan Kağıt fabrikası ve Seluloz sanayi ürünleri komşu ülkelere ihraç ediliyor. Harıl harıl çalışan Mermer, granit ve fayans atölyelerinden İspanyanın ihtiyacı karşılanıyor.

Katalonya ve Endülüste her doğan çocuk için bir kavaklık ekilmesi gelenek olmuş. Eskiden kereste olarak satılıyordu, şimdi fabrikanın yanı başında kağıt hammaddesi. Bu gelenek Türkiyede ve özellikle Aksaray ilimizde ve Hasan dağı çevresinde yaşıyor. Nehirlerin, çayların çağıldadığı yemyeşil ovalardan yaylalara doğru tırmanıyoruz. Bağlar, meyve bahçeleri ve uçsuz bucaksız zeytinlikler arasında saatlerce gidiyoruz. Zeytincilik bu memlekette Kooperatiflerle gelişmiş.

Her metre karenin dört köşesine bir fidan dikilmiş. Uzaktan çiçek demetlerine benziyor. Uzun geometrik çizgiler üzerinde göze hoş gelen manzaralar oluşmuş. Kooperatif ünitelerinin yanında uzun tuğlayla örülü bacalarıyla uzaktan fark edilen pres ve mengenelerde zeytinyağı üretiliyor. Bizde zeytin ağaçları ceviz gibidir, geç ürün verir ama evladiyeliktir. Bizim ağaçların ömrü ortalama iki ile beş asır sürer. Kudüs( Zeytin dağında olduğu gibi özel koruma altında) Bin- iki bin yaşayan zeytin ağaçları da vardır. İspanyada genetiğiyle oynanan yeni nesil zeytin ağaçları ilk iki yılda ürün veriyor ama ömrü sadece on sene.

 

KURTUBADA  HÜZÜN

 

İberyaya geçen Müslümanlara üç asır başkentlik yapan kutlu şehir Kurtuba’ya uzun bir taş köprü üzerinden giriyoruz.

Büyük cami katedral olmuş. Asırlarca ezanların ufukları aydınlattığı minareler çan kulesine çevrilmiş, Ne kubbeler ne minareler kalmış. Kütüphaneler yıkılmış, medreseler harabe...

Gerçi bizleri Arap özengili atlar üzerinde Tarık bin Ziyad karşılamıyor...

İlim bahçeleri tarumar olmuş. Dilinde ve yüreğinde“ Allahuekber” suçuyla şehir meydanında bir dal çıra gibi yakılan İbni Rüştün torunlarına fatihalar gönderiyoruz. Kuzey Afrika fatihi Ukbe bin Nafi’nin Duası sıcak bir rüzgarla yüzümüzü yalayıp geçiyor. Va’dil Kebir ( Rio Guadal Kuvir ) nehri unutulmuşluğun hüznü içinde bir gözyaşı ırmağı gibi usulca akıp gidiyor.    

Miladi 780’lerde 500 bin nüfusuyla Avrupanın en zarif başkentiydi. Şimdi sıradan bir şehir Kurtuba. Mekan ve zamanı şenlendirecek atılımcı Müslümanları bekliyor. Altın çağını gerilerde bırakmış.

Endülüs İslam sanatının en zarif eseri olan Kurtuba camii. Yıllarca Hırıstıyanlarla birlikte paylaşılarak ibadete açılmış. Hırıstıyan cemaate bedeli ödenerek ve yardım edilerek merkezde bir kilise yapılmasına izin verilmiş. Arkasından da Kurtuba camiinin  medreseleriyle birlikte tarihi külliyenin inşasına başlanmış. Bu meydan milattan önce salonları putlarla dolu Mitraların tapınağıydı. Bir sütun ormanıydı. Şam ve Samarra’daki camilerden sonra dünyanın en görkemli üçüncü mescit’i yapılıyordu.

Bin seksen adet alçıtaşı ve somaki mermer sütun eski saray ve tapınaklardan toplandı. Kırk dört dönüm arazi üzerine, aynı anda otuz bin mü’minin  ibadet edebileceği genişlikte bir ibadethane inşa edildi.

Zeminden iki metre aşağıda kalan Mitra tapınağına ait mozaik döşemeleri inceledik. Şamdaki Mescidi Emeviye benziyordu ancak daha geniş ve gelişmiş bir plan üzerine kuruldu. Mihrabın tezyinatı Bizanstan getirilen bir Ermeni mozaik ustasına yaptırıldı. Ayrıca Endülüs Emirinin talebi üzerine Bizans kralı Nikeforos, gemilere yüklediği yüzlerce ton renkli cam parçalarını ustalarıyla birlikte Kurtubada ikamet eden Halifeye gönderdi.

Kurtuba camii mimarisi, ışığa yönelimi vurgulamak üzere tasarlanmış. Birer Cebrail kanadı gibi Kıbleye açılan vitray pencereler, ışığa ve ışığın sembolize ettiği nura yani bir olan Allaha yönelir. Üç asır cami olarak hizmet verdi. Bugün şadırvanlar da ortada yok. Cami Katedrale çevrilirken kazma-kürek, yıkımla tahrip edilmiş. Daralan bahçesinde Uzun hurma ağaçları, zeytin ve serviler vardı. Hepsi sökülüp atılmış, bugün yalnız portakal ağaçları var.

Bugünkü  adı La Meskita Katedrali. Yahut tek kelimeyle Meskita yani Mescit’ni İspanyolca teleffuzu.

Katedrale çevrildikten sonra ziyarete gelen Müslümanların ibadetini önlemek için mihrabın çevresi bir parmaklıkla kapatılmış. İyice sokulamıyoruz. Kündekari minberlerin ve kürsünün yeri dahi bugün belirsiz. Müezzin eyvanını taşıyan mermer sütunlar dışarıya çıkarılmış. Altın suyuna batırılmış melek heykelleri ve gümüş ağırlıklı ikonalarla süslenen Meskita Katedralinde Nikah kıyılıyor, fotoğraf çekiliyor.

Küba’dan getirilen Maun ağacından haç formatında yapılan ve bir ucu tavana değen devasa oymalarda azizlerin ve Hz. İsanın hayatıyla,  Kurtubanın Müslümanlardan geri alınışını anlatıyor. Tepede –haşa- Allahın oyma tasviri. Hz. İsa efendimizin vaaz ettiği Vahdeti, çok tanrılı ilkel inanışlara dönüştüren bağnaz Hırıstıyanlar, Baba, oğul ve Kutsal Ruh heykellerini sırayla dizmişler. Bu resimler neler mi anlatıyor?

Dinleyin şimdi masal faslı:”Hz. İsa efendimiz, onları uyarmak ve düzeltmek için Yahudilere gönderilmiş. Yahudiler onu öldürmek isteyince on iki yaşında Hindistana kaçırılmış. Hz. İsa orada Meditasyon ve sihir öğrenmiş. “

Oysa Mesih mucizesi Hz. İsa’ya lutfedilmiş. Cüzzamlıyı tedavi eden Anadan doğma görmeyenlerin  gözlerini açan, felçlileri ayağa kaldıran hatta Allahın izniyle ölüleri dirilten bir peygamberin ayrıca meditasyon öğrenmek için Hindistana kadar gitmeye ihtiyacı yok.

Bir salonda Hz. İsayı bir kara derili zenci olarak gösteren tablo, yanında Hz. İsanın Çingene tablosu, Kızılderili, Kuzey Afrikalı, Hindli ve hatta Hz. İsayı ve oniki havarisini kadın olarak gösteren yağlı boya tablolar.

Sömürge kültürünün gerektirdiği her enstrüman kullanılmış ve doğal olarak gerçekliğini ve  inanılırlığını da kaybetmiş.

Orta Amerikada yapılan kiliseye papazlar yerli Mayaların putlarını da getirip koyuyorlar ki, yerliler bir kere Kiliseye girsin ve kiliseyi benimsesin! Gerisi kolay...

La Meskito Katedralinin bir kenarında gözlerden uzak sessizce iki rik’at namaz kılmak yasakmış. Yerli rehber açıklama yapıyor: Görevliler fark ederse sizi uyarmakla kalmaz, dışarı çıkarabilirler...

Öyle ama Allah bilir biz Endülüse tekrar ne zaman gelebilirdik ? 

Kurtuba  tekrar nasıl kısmet olabilirdi bize?

Prontotur gurubu dışarı çıkınca,  bugün kiliseye çevrilen Batı Avrupanın en büyük camiinde secdeye kapanacak bir köşe aramaya başlıyoruz.

Ben sağa sola bakarken hanım çantasından ince bir örtü çıkarıp kalın mermer sütunun duldasına seriyor. Sonra da İftitah tekbiriyle namaza duruyor. Hiç kimseyi rahatsız etmiyorduk ama tedirgindik. Ben görevlilerden biri veya bir bağnaz Katoliğin muhtemel müdahalesini karşılamak için nöbetteydim. Sıra bana gelince de hanım nöbete durdu. Vakit namazından sonra Cem’i Takdim ile İkindini de kılıyoruz. Bugün Kiliseye çevrilen bu caminin tekrar mü’minlerle dolup taşması ve Kurtuba ufuklarının tekrar ezan-ı Muhammedilerle aydınlanması için yüreğimizi ve avuçlarımızı Mevlaya açıyoruz.

Beyaz boyalı temiz bir bina üzerindeki mermer tabelada “ Kurtuba İbni Rüşt Uluslararası İslam Üniversitesi.” karşısında heyecan duyuyoruz. Aynı sokakta büyük bir medrese restore ediliyor. Bu minareli mescitte her hafta beş yüz kişiyle Cuma namazlarının kılındığını öğreniyoruz. Sarıklı bir büst ve altında adı mermere kazınmış. “ Dr. Muhammed el Gafiki” Dünyada ilk Katarakt ameliyatını yapan Endülüslü hekim. Burası aynı zamanda ilk narkozla ameliyat yapılan ülke. Köşeyi dönüyoruz, karşımızda bir Kurtubalının bronz heykeli: İbni Meymun. İbni Meymun Kudüsü işgal eden haçlılara karşı bir ömür boyu mücadele veren Şarkın en sevgili sultanı Selahaddin Eyyubinin özel doktorudur. Bilindiği gibi Selahaddinin hastalığı Malarya  yani sıtma idi. Elli beş yaşında Şamda vefat etmişti.

Bugün bir tek Yahudinin yaşamadığı Yahudi mahallesini rehberler dolaştırıyor.    

Kurtubanın her sokağında Endülüs İslam Medeniyetinin bir hatırasına rastlıyorduk. Renkli ve iç bayıltan çiçekler balkonlardan sarkıyor. Pencere kenarında bir kıleyde kırmızı biber. Küçük bir tenekede beyaz karanfil yanında hercai menekşe saksıları.Her sene Kurtuba belediyesi Pasio yani iç avlu yarışması yaparmış. Sıcak ülkede, yüksek duvarlarla çevrili olan fıskıyeli havuzlarıyla mahremiyetin korunduğu özgür, serin ve temiz avlular.

Zamana direnen bin yıllık Kurtuba  medreseleri şimdi suk, yani çarşı olarak kullanılıyor.           

 

 

BEYAZ   KÖYLER

 

Endülüs’te Beyaz Köyler tepelerin-dağların üzerinde kurulur. Şahin yuvası gibi yayla evleri çok uzaklardan fark edilir. Rakım 1750 metrede ve Siera Ronda sıradağları üzerinde kurulmuş olan Endülüsün en büyük ve tarihi özellikleri olan Beyaz Köyü Ronda’dır. Sevillaya sadece iki saat mesafede. Romalılar bu stratejik bölgeye yuvarlak anlamında Arunda derlerdi. İslami dönemde de bir askeri gücün konuşlandığı Hisarlardan biriydi.

Bütün evleri beyaza boyanan Ronda, suyu, temiz, sağlıklı ve bol oksijen sirkülasyonunun olduğu nadir rastlanan turistik bir konumda bulunur.

Büyüklü-küçüklü, tek ve bitişik nizam evler, yazları sıcaklığın gölgede 48 dereceyi aşan günlerinde bir kaya gölgesi gibi serin olur. Beyaz evlere böcek girmez. Işığı dışa yansıtır.

Halk, dışarıda bırakılan yumurtanın piştiği sarı sıcak yaz günlerinde çalışamaz ve mutlaka Siesta denilen öğlen uykusuna çekilir.

Şimdi bu evlerde turistlere Akdeniz mutfağıyla porto şarabı sunuluyor.

Yerli rehber çözülmüş konuşuyor: İspanya sofra kültüründe şarap vardır. Avrupa Birliği alkol oranı 14 dereceye kadar olan içki imaline izin veriyor. Oysa yerli porto şarabı 18 derecedir ve ilk içeni çarpar... Rehberin şarap muhabbeti uzayınca konunun değişmesi gerekiyordu. Parkın ortasındaki palmiyeleri göstererek:” Bakın arkadaşlar, sade fruktoz ihtiva eden Hurma çok besleyicidir. Müslümanlar bu ağaçları ilk defa Kazablanka bahçelerinden İspanyaya taşımışlar. “  Konu değişince ilgi alanı da değişmiş oluyor.

Günümüzde on yedi otonom bölgeden oluşan İspanyada yerel kültürleriyle, halk dini bayramları farklı tarzda ve kendi duygu akışına göre yaşar ve kutlar. Yedi dil konuşulur. Kuzeydeki Basklandın dilini doğudaki Kastalya anlamaz. Ortak paydaları Katolik dini ve ilmihal kitapları olan Kataşizm.

 

BOĞA GÜREŞLERİ  VE  RONDA

 

Boğa güreşleriyle adı duyulan ilk Beyaz Köy:Ronda. İlk arena bu şehirde yapılmış. Orta çağlardan kalan şehre Müslümanlar da iskan olmuş ve mimarisini korumuşlar. Burada ilk defa tesadüfen Boğa güreşine başlatan bir marangoz Fransisko Romero olmuş. Romero şehirde kızgın bir boğanın tam bir asili boynuzlarken araya girip, boğanın dikkatini kendi üzerine çekince bir can kurtarmış. Bu deneyimini köy meydanında çevik hareketlerle arttırmış. Marangoz Romero kısa zamanda boğa güreşlerinin usta bir Matadoru olmuş.

Kapısında Plaza de Toro yazan Ronda arenasını bizlere tanıtıyorlar.Ronda Endülüsün en önemli otonom beyliği olan  Sevilla ( İşbiliyye ) ‘ya bağlı olduğu için Sevilla dış dünyada Boğa güreşlerinin ve Flamenko’nun başkenti olarak tanınır. Boğa güreşleri buradan Portekiz ve Güney Fransaya yayılmış. Orta Amerikadaki İspanyol sömürgelerine götürmeyi de ihmal etmemişler. Ronda arenası beş bin kişilik fakat Mexiko Citi’deki arena tam yüz bin kişilik.

Rondalı Romero, hayatı boyunca 5600 boğa öldürmüş bir halk kahramanı. Yetmiş yaşında maaş bağlanarak emekli edilmiş. Ayrıca ülkede açılan ilk Boğa Güreşleri Akademisine Müdür olarak atanmış.

Ronda arenası İspanyada bir ilktir ve beş bin kişiliktir.

Bugün Boğa Güreşi etkinlikleri halkın tepkisiyle Valensiya ve Barselonada yasaklanmış. Yaralı boğaların öldürülmeleri sadizmin pratiği olarak kabul edilmiş. Bir insanlık suçu, vahşet ve barbarlık olduğu gerekçesiyle Arena binaları ticaret merkezleri, çarşılar ve turistik alış-veriş merkezlerine dönüştürülmüş.

Güneydeki otonom bölgeler aksi fikirde direniyor. “ Hayır boğa güreşi bir spor çeşididir, bir sanattır. Hayvan öldürme sanatıdır.

Paganistlerde boğanın özel bir yeri vardı ve Roma lejyonerlerinin mensup oldukları Mitra dini ritüellerinde boğa öldürme ayinleri vardı. Bugün kiliselerde papazın, kiliseye gelenlerin dil altına konan ekmek ve içilen şarap törenini Katolikler Mitra inanışından almışlar.

Da Vinci Şifresi, Aytunç Altındalın anlattıklarından alınan ilhamla yazılmış. Kral Konstantin, bir putperestlik olan Mitra inanışının bazı ritüellerini sosyal ve siyasal sebeplerle Hırıstıyanlığa almak zorunda kalmış . Çünkü halk Hırıstiyan ama komutan ve lejyonerler Mitraya inanıyordu.

Arena dediğimiz döğüş alanı 66 metre genişliğinde ve daire biçiminde. Güreş için arenaya çıkmadan önce Matadorun dua etmesi için bir şapel yapılmıştır. Boğa güreşi genelde ikindinden sonra yapılır. Rondada yılda üç defa yapılıyor. Karaborsaya düşen seyirci biletleri 120 ile 1000 yuro arası müşteri buluyor.

Matadordan önce Pikador çıkar arenaya. Pikador matadorun süvari yardımcısıdır. Boğayı koşturarak iyice yorar. Matador tarafından kürek kemikleri arasından kalbi ve ciğerlerine sokulan kılıç darbesiyle murdar edilen boğanın eti önceleri halka bedava dağıtılırdı. Öldürülen boğa sürüklenerek kapıdan dışarıya çıkarılır. Çok uğraştıran boğa öldüğü zaman Matador kulağını veya kuyruğunu kesip seyircilere hediye olarak fırlatılır. Kolay ölen boğanın hiçbir yerine dokunulmaz. Boğa eti İspanyanın milli yemekleri arasındadır. Sert olur ve halka ucuz satılır.

 

BOĞA   LOKANTALARI  ve FIKRALARI

 

            Hangi etkinliğe katılsanız, nereyi görmek ve gezmek isteseniz mutlaka bilet alıyor ve az-çok para ödüyorsunuz. Camiden dönme Ronda kilisesine giriyoruz. İber tapınağı, Vizigot bazilikası, camekan içine alınan caminin mihrabı ve sunak taşının arkasında sağa sola savrulan dağınık sakalıyla ( haşa) Allahın kabartma büstü. İşte “Veleddallin” uyarısı !

Ronda şehir meydanına, 1754 yılında boğa güreşlerini başlatan, meşhur eden ve Milli Matador olarak hayatı boyunca 5600 adet boğa öldüren meşhur Pedro Romero’nun orijinal boy heykeli dikilmiş.

Karanlık bir ahırda günlerce bağlı tutulan boğa arenaya çıkmadan önce daha sinirli ve saldırgan olması için boyun köküne, iki kürek kemiği arasına keskin bir aletle bir veya birden fazla yara açılır ve boğa kanamaya başlar. Her boğa güreşi ortalama yarım saat sürer.

Kuzey İspanya şehirlerinde, Valensiya ve Barselonada keyf için hayvanların öldürülmesi sadizmin pratiği olarak kabul edildi. Boğa güreşleri kanunla yasaklandı.

Ronda şehrinde de boğa güreşlerinin yasaklanması için halk imza toplamaya başlamış.

Bu güne kadar Madritteki Plaza Majorda dört matador boğaların boynuz darbeleriyle ölmüş. Hemen her şehrin plaza de torunda bir-ikiyi geçmeyen kayıplar olmuş.   

Her şehirde mutlaka bir boğa lokantası var. Boğa eti satan lokantalarda yemek çeşitleri çoğaltılmış. Zeytinli, biber ve domates soslu kulak ızgara, rosto, biftek, kuyruk çorbası, boğa yumurta haşlaması, ızgara, işkembe ve bumbar...

 Rondalılar boğa lokantalarıyla ilgili fıkra üretmeyi de ihmal etmezler...

Lokantaya gelen meraklı bir turist, masaya oturur. “ Garson, bir yumurta lütfen !” der.

Az sonra tabaklarda, yanında salata ve sarımsaklı sosuyla iri bir boğa yumurta haşlaması gelir. Turist yumurtayı iştah ve afiyetle yer ve hesabı ödeyip gider.

Altı ay sonra aynı müşteri aynı lokantaya tekrar gelir. Tadı damağında kalan yumurta haşlamayı tekrar ister. Yine aynı şekilde tabaklarda salata, sos ve yanında haşlanmış yumurta gelir. Yine iştahla yer. Ancak hesabı öderken “ çok lezzetliydi de yumurta, önce yediğimden daha küçüktü, niçin acaba?”diye sorar. Garson cevap verir. “ Eee Senyor, her zaman güreşi Matador kazanacak değil ya, bu sefer de boğa galip geldi.”

İşte, al sana fıkra!    

 

PASSİYON  TURKA

 

Eski ve yeni Ronda arasında 98 metre yüksekliğinde iki adet kemerli-kantaralı taş köprüler vardır. Eski Ronda’da  Centro Urbano-Arap merkezi görülmelidir. Mayaların büyük bölümünü Hırıstıyanlaştıran papaz aziz Rodrigez’in evi ve duvarları dolduran tablolar inceleniyor.

Pedro el Madavar’ın yaptığı film, şair ve yazar Antonyo Galanın “Passio Turka” romanından alınmış. Müzik ve şarkılar Klara Montes’den

Passiyon Turka yani Türk tutkusu. Senaryo, bir gurup İspanyol gezginin İstanbula gelmesiyle başlar. Bir İspanyol hanım Türk rehbere aşık olur. Birlikte olurlar.-ne demek istiyorsa- Barselonaya döndükten sonra da bu hanım bizim rehberi unutamaz. Ancak yanında onun telefonu ve adresi yoktur. Buna rağmen uçağa atlayıp Türkiye’ye gelir ve sevdiği adamı aramaya başlar. Onun Ürgüpte oturduğu ve Turistik eşya satan bir merkezde halıcılık yaptığını öğrenir ve gider onu bulur. Evlenirler. Birlikte çalışır ve gezerler. Aralarında tartışmalar da çıkar ve bir seferinde rehber kızı hırpalar, döver. İspanyada haklı da olsa bir hanımı tartaklamanın veya bir tokat vurmanın cezası çok ağırmış. Film böyle sürer ancak Ürgüp, Göreme ve Avanosta perdeye yansıyan eşsiz bir tabiat tarihi, çarpıcı görüntüler ve insan manzaraları İspanyolları cezbeder. Türkiyeyi merak eden ve özellikle Passiyon Turka’yı seyredenler  İstanbul ve Antalyadan daha fazla Kapadokyaya uçak seferleri başlatırlar.

Ürgüp sokakları ve Göremenin taş evleri turizm mevsimi boyunca İspanyollarla şenlenir.

 

  BAŞKENT  SEVİLLA

 

Avrupayı Pirenelerle başlatan Tarık bin Ziyad’a  Sevilla,  Kurtuba ve Kırnatadan daha şirin gelmiş. Kuvadal Kuvir yani (Va’dil Kebir Nehri) Sevillayı ikiye bölmüş. Bu şehirde kılıç artığı iki eser ziyaret edilecek: Alkazar ve camiden dönme Kurtuba Katedrali.

Endülüs özerk bölgesinin başkenti Sevilla, İslam medeniyeti dönemindeki adıyla İşbiliyye; ilk dünya ticaret fuarının açıldığı şehir.

Kurtuba ile Sevilla arasında modern tarım teknolojisiyle yetiştirilen zeytinlikler azalırken henüz yeşeren buğday ve mısır tarlaları yeşil mağrip halıları gibi uzanıyor. Taze zeytin şetilleri damlama metoduyla sulanıyor. Uzaktan izlenen hatlar üzerinde siyah plastik borucuklar döşenmiş. Zeytin fidanı belli bir boy ve büyüklüğe gelince, kök salıp toprağını sevince yapay sulama sona erer. Yazın güneşi, kış ve bahar yağmurları ona yeter.

Beni Ahmer hanedanlarıyla yönetilen Endülüs, Birleşik Hırıstıyan krallığı tarafından kuşatıldığı yıl, Kristof Kolomb Aragon kraliçesi Pasaklı İzabelden keşif gezisi için promosyon ister. Haritalarla huzuruna çıkar, açıklamalar yapar, Gemi, tayfa, erzak ve para ister. İzabel:” Endülüsü alıp, granadayı yağmaladıktan sonra sana ihtiyaçlarını vereceğim.” Der. 1492 yazında Granada bir anlaşmayla düşer, yağmalanır ve Kristof Kolomb aldığı destek ve Santa Mariya gemisi ve maiyetinde yolları ve yönleri çok iyi bilen iki Tomriskoyla yani zorla Hırıstıyan olmuş Mağribiyle yola çıkar. Keşif trafiği başlar. Kolomb üçüncü defa Kadiz limanından okyanusa açılır. Küba, Dominik ve Güney Amerikanın üst sahillerini dolaşır. Yerli halkı soyar soğana çevirir, direnenleri öldürür, beraber giden misyonerler köylüleri vaftizden geçirip Hırıstıyanlıkla şereflendirirler(!). Bol miktarda altın ve esirle geri dönerler.

Keşif seferleri sona erdiğinde Kolomb, Katalonya kralı Ferdinandla Aragon kraliçesi İzabe’e Amerikanın sembolik anahtarlarını verir.

O günden beri Kristof Kolomb Sevillanın sembolüdür.

İspanyollarla birlikte tüm Avrupalılara yeni sömürge alanları bulduğu için Kolomb, milli kahramandır ve çok değerlidir. Son dönüşünden sekiz yıl sonra ölür. Sevilla katedralinin ortasına gömülür (hayır bir adada-düzelt). Mermer lahtinin üzerinde tabutu dört kralın omuzlarında, dev heykellerle canlandırılmış. Kralın sol elindeki mızrak yerdeki nara saplanmış. Nar, Granadanın sembolü. Granadanın da zaptını göstermek için kompozisyona eklenmiş.

İspanya dünya ticaretine Sevillayla açılmış. 1929 yılında ilk Dünya Ticaret Fuarı bu şehirde. Kuadal Kuvir ( Vadil Kebir nehri ) üzerindeki aluviyon adası üzerinde Plaza İspanya binası inşa edilmiş. 2000 yılında aynı ada üzerinde tekrar Dünya Ticaret Fuarı açıldı.

Endülüs, Vizigotlarda önce Vandalların yaşadığı bir ülkeydi. Vandalların eğemen olduğu Vandelusya kelimesinden Andelus ve nihayet Endülüs kelimesi türetilmiş. Müslümanlar bu tanımlamayı korumuşlar. Endülüs otonom bölgesinin başkenti Sevillada yeşil-beyaz bayraklar Ölüler-Azizler Bayramında yarıya indiriliyor. İslam Medeniyeti döneminde bu yeşil-beyaz bayrak üzerinde hilal ve yıldızlar da vardı. Endülüs düştükten sonra renkler korundu ama üzerindeki ay ve yıldızlar çıkarıldı.

Endülüsün her şehrinde mutlaka bir üniversite vardır. Aslı Müslüman olup asırlardır baskıyla Hırıstıyan olarak yaşamak zorunda kalan halkın aydınları köklerini arıyor. Tarih ve Kur’an araştırmalarıyla hızlı bir  İslama dönüş süreci başlamış Elhamdulillah. İki milyonu bulmuş yerli İspanyol Müslüman sayısı. Endülüsün bütün şehirlerinde birer İslam Merkezi kurulmuş. Az sayıda Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı da İspanyada bulunuyor. Akademisyen, öğrenci, turizm işletmecisi, dönerci ve maalesef bir-kaç tane de narkotik mafya elemanı. Hapishanede esrar, afyon-eroin kuryeliği yüzünden yatanlar var. Sekiz yıl uyuşturucu işinden İspanyada hapis yatan Kasımpaşalı aktör Kenan Kalav, hala hatıralardadır.

Granada, Elhamra sarayında gördüğümüz gibi hem yıkanıp temizlenmede hem de ısınmada hamamların özel bir yeri vardı. Sevillanın Alkazar ( El Kasr ) sarayında da aynı tertibatı gördük ve yakından inceleme imkanı bulduk.

Aynı dönemde Endülüs İslam Medeniyeti hariç, Avrupanın hiçbir ülkesinde temizlenme-taharet kültürü yoktur. Paristeki meşhur Versay sarayı tuvaletsiz yapılmış. Dolan kovalar-kaplar ve küreklerle insan atıkları dışarıya atılırmış. Kadınlardaki kabarık-geniş etek ve yüksek topuklu ayakkabı ile erkeklerde lenger şapka modası bu yüzden. Fransada özellikle parfüm ve çeşitleri gelişmiş ve çoğalmış. İnsanlar aylarca yıkanmaz ve lazımlık kullanırlarmış. Vahşi batı filimlerinde fıçı içindeki suyla şarkı söyleyerek banyo yapıldığını gösterirler. Aynı suyla yıkanır veya aynı kaptaki suyla yüzlerini yıkarlar. Çoğalan fare ve parazitler yüzünden Avrupa sık sık Veba salgınlarıyla sarsılır.

Banyo küveti esasında bizde yoktur, Avrupadan ithal edilmiş. Bizde temizlik suyunun kir ve köpükle birlikte akıp gitmesi gerek.

Müslüman mimarların eseri olan Alkazar sarayı bugün de bizim Beylerbeyi sarayı gibi Devlet Konuk evi olarak kullanılıyor. On yıl önce Demireli, bu yıl da başbakan Erdoğanı kral Juan Karlos, bu sarayda misafir etti. Civardaki tüm yapılar yıkılırken 1755 Lizbon depreminden Alkazar hiç zarar görmedi. İçinde yaktıkları el yazması binlerce İslami eser yerine İndiyaner arşivleri kurulmuş. Zafer meydanının önünde eski ulu cami şimdi Katedral olmuş.

            Dokuzuncu yüzyılda yapılan cami minaresi hariç yıkılmış. Taşlar ve sütunlar yeniden kullanılmış. Merdivenle değil, Samarradaki gibi spiral bir rampa ile çıkılan minarenin tepesine çan kulesini monte etmişler. Şehre hakim olan minare (susturulan ezanlar hariç) ihtişamından bir şey kaybetmemiş. Katedrale dönüştürülen bahtsız caminin çan kulesi olarak kullanılan görkemli minaresinde tekrar secdeye kapandık ve bu memleketin tekrar Kur’an aydınlığına kavuşması için dua ettik.

            Eczacıbaşı, İspanyol partner şirketle birlikte Sevillada seramik fabrikası kurmuş. Dünyaya buradan banyo ve mutfak seramik setleri ihraç ediyor. Endülüsün büyük kentlerinde uzak kaynaklardan getirilip içinde depolanan sarnıçlar ve dev havuzlar görülmelidir. Eski belediye sarayının önünden şehrin uzak kesimlerine ulaşımı sağlayan metro ve ray sistemi döşenmiş. Sevilla – Barselona arası hızlı trenle bir buçuk saate düşmüş. Sevillanın Nehir boyundaki Triana semti sabahlara kadar süren gece hayatı ve içkili-kadınlı safahatın sürdüğü yerler. Semt adını Romanın ayyaş kralı Triyanusdan almış.

            Şehrin ortasında Maria Luiz parkı, Lopez tiyatro kompleksi ve tarihi mimarisiyle Portekiz büyük elçilik ve eski belediye binası.Zengin dul Maria Luiza evini ve geniş bahçesini halka bağışlamış. Adı olmuş Amerika Bahçesi. Belediye bu güzel bahçeyi bakıma almış ve ilavelerle süper bir Botanik bahçesi ortaya çıkmış. Bugün Sevilla botanik bahçesinde Güney Amerikadan getirilmiş sekiz yüz çeşit ağaç var. İlk Avrupa film festivali burada yapılmış.

            Sahnelenen on beş opera Sevilladan bahseder. Mozart, Orotoryo ve Sevila Berberi ilk defa burada seyirci karşısına çıkmış.

            Sevillada yaz mevsiminde havalar elli dört dereceye kadar ısınabilir. Dar sokaklarda sıcak yaz günlerinde yerli halkı bulmak çok zor. İspanyollara göre “ Ancak deli turistler yazın bu sıcakta ve bu sokaklarda dolaşır !”

            Bugün bir tek Yahudinin yaşamadığı Yahudi mahallesine girerken uyarılıyoruz “ Bu sokaklarda çantalarınıza sahip olun. Cepçi ve yankesicilere dikkat !”

 

                     ALTIN  KULE - BEYTULMAL    

 

Endülüs başbakanının çalışma ofisi aynı cadde üzerinde. Yarım ay biçiminde ve avlusunda abartılı havuz ve fıskıyeler arasında turister koşulu atlarla payton gezisi yapıyor. Belediyenin bazı müdürlükleri hala burada hizmet veriyor. Aynı binada Karmen filmi çekilmiş. Lavrens filminin Mısır sahnesi de burada çekilmiş. Bu taş avlu çok çekimlere film platosu olarak hizmet vermiş. Mimari tarihinin hatıralarıyla tanışıyoruz. Klınik Fatıma Barok stilde yapılmış. Venezuela Büyük elçilik binası Gotik stil, İtalya Rönesans stili ve Marokko yani Fas büyük elçilik binası da Muhadar-muhallat  yani İslami stilde inşa edilmiş.  

           

            Atlantik okyanusuna seksen kilometre sonra katılan Vadil Kebir nehri ( Kuvadal Kuvir), tüccar denizciler için bir ticaret yolu olmuş. Nehrin kenarında Endülüs Beytulmalı-hazine dairesi olarak bir süre hizmet veren Altın kule, asırlar boyu da gözetleme kulesi olarak kullanılmış. Şehir düşünce bu altınlar yağmacıların eline düşmüş.

            Büyük botlarla nehir gezisi yaptığımız bu limandan, 13. asırda Macellan kilisede duadan sonra okyanusa kalabalık tayfalarıyla açılmış. Atın kule limanından Okyanus arası sadece seksen kilometre. Macellan ancak iki yıl sonra Viktorya adlı tek gemiyle geri dönebilmiş. Altın Kulenin arkasından nehir kıyısına iniliyor. Kuadal Kuvir ( Vadil Kebir) de yolcu bekleyen iki katlı gemiyle nehir gezisi yapıyoruz. Müslüman denizcilerin vira bismillahla demir aldığı liman. Kristof Kolomb, buradan Amerikaya hareket etmiş. Macellanın beş gemiyle çıkıp tek gemiyle döndüğü yine bu rıhtım. Altın Kulenin yakınında Plaza de Tor, İspanyanın en büyük arenası. Boğa güreşleri onlar için bir yaz sporudur. Mayısta-turizm mevsiminde  başlar, on beş ekimde sona erer.

            Alkazar, Arapça el Kasr kelimesinin İspanyolca teleffuzu. Dokuzuncu asırda Müslüman mimarlarca yapılmış. 13. yüzyılda kral Alfonso ve beşinci Karlos- Şarlken tarafından Kraliyet yatak odaları eklenmiş. Üst kat Rönesans, alt kat ise orijinal Arap-İslam  stili yapılmış. Usta salonda çalışırken hanımı doğurmuş, ikiz bebekleri olmuş, sevincinden taş üzerine iki bebek yüzü çizmiş. Bu odaya sonradan Bebekler Odası denmiş. Ambassador-Elçiler  salonu yine Müslüman sanatkarlar tarafından yapılmış. Yanlarında çalışan Yahudi kalfalar pencereye motif olarak Davudun yıldızını çizmişler. Misyoner olan Valaskes aynı zamanda ressam, güney Amerikada kalabalık bir köyü Hırıstıyan yapmış. Bu yüzden Kilise onu vefatından sonra azizler arasına almış. Sarayın şapelinde yani dua odasında 1577 yılında kazınmış bir yazı: Plus Ultra- Daha İleri.

                                                                                          

              ENDÜLÜS  BİR  OKUL-AKADEMİ-İLİM  MERKEZİ

 

            Sevillanın azizesi Meryem. Kristof  Kolombun oğlu da bu katedralde gömülü. Kırmızı renkli Maun ağacından oymalarla yine Hz. İsanın hayatı. Ahşap üzerinde altın varaklar parıldıyor. Tam tepede yine o talihsiz tablo, (haşa) savrulan sakallarıyla Tanrının kabartma heykeli. Sekiz bin altı yüz flütüyle dünyanın en büyük orgu bu katedralde.

            Kilisenin bir bölümünde grev yapan işçiler yatıp kalkıyor. Milli parktaki madende çalışırken iki işçinin yaralanmasıyla sonlanan patlama üzerine seksen kişilik maden işçileri şartların düzeltilmesi için Greve gitmişler. Ne devlet, ne de İsveç firması taleplere karşı ilgisiz kalmış. Kapılarını açan kilise bu işçilere sahip çıkmış. Yedirip içiriyor ve yatırıyor.

            Yalnız Türkiyede mi hortumcular var. Hayır, her devrin adamları her yerde var. Sevilla belediyesinin önünden kalkan ve sadece 1200 metre uzunluğundaki tramvay yolu için 100 milyon Yuro hortumlanmış. Uzmanlara göre, harcamada İki-Üç milyon Yuronun bile çok olduğu bir iş. Üstelik raylardaki metal titreşimler günde kırk defa önünden gelip geçtiği tarihi eserlere zarar veriyor.    

            Duvar genişliğinde renkli bir halı üzerinde Osmanlı denizcilerinin kazandığı Preveze deniz savaşı resm edilmiş. Alkazar karşısında İspanyanın en büyük Gotik Katedrali. Yıktıkları Ulu caminin yerine bu katedrali yükseltmişler. Biz İstanbula girdiğimizde Ayasofyayı yıkmamışız üstelik karşısına daha muhteşem bir mimari eseri olan, Avrupalıların Blu Moşe – Mavi cami dedikleri Sultan Ahmed’i yükseltmişiz. İspanyollar, İtalyanlar gibi esnekliği, tolerans-hoşgörüyü tanımayan koyu Katolik bir toplum.

            Endülüs İslam medeniyeti mensupları yaşadıkları şehirleri imar etmişler. İlimde, san’atta, tıpta, tasavvufta, astronomide, felsefe ve sosyolojide çok ileri gitmişler. Endülüs medreseleri İbni Rüşt, İbni Arabi ve İbni Haldun gibi zirveler yetiştirmiş.

Granada da doğmuş ve Kahirede hicri 745, yani miladi 1345 tarihinde Kahirede vefat etmiş bir ilim adamı ve araştırmacı. Ebu Hayyan. Diğer adıyla Esiruddin Ebu Hayyan Muhammed bin Yusuf. Endülüs gibi  Anadoludan uzak bir ülkede yaşayan Ebu Hayyan, henüz Bursa civarına yeni yerleşen bir aşiretin ilerde muhteşem yükselişiyle, İslama ve dünya Müslümanlarına çok yararlı olacağını basiretle görmüş. Önce kendi gayretiyle Türkçe öğrenmiş.

Sonra da Ebu Hayyan bütün Endülüs Müslümanlarına bu dili öğretmek ister ve üç adet kitap yazar.

Aynı yıllarda Osmanlının karşısında Bizans var. Belki Endülüsün dünyada coğrafi yerini dahi merak eden ilim adamı yoktur. Ebu Hayyan’ın hazırladığı ilk kitap: Kitabul İdrak el lisanul Etrak. Sonra Kitabul Ef’al fi lisan-ı Türk ve son kitabı da: Zehvul Mülk fi Nahvi-t Türk.

Konya Selçuklu sultanlarına yıllarca danışmanlık yapan Muhyiddin Arabi, Endülüsün Mursiye şehrinden gelmiş.

                   

 

                AVRUPA  BİRLİĞİNİN  YILDIZI

 

            Bugün İspanya Avrupa Birliğinin yıldızı. Önceki para birimi olan Pezeto’dan Yuro’ya geçince ülkede pahalılık olmuş. Ancak AB’nin uzun vadeli, düşük faizli kredileri ve bağışlarıyla rahatlamışlar. On yıl önce gezip gördüğümüz İspanya çok değişmiş. On yıl önceki İspanyanın ne yolları, sokakları, ne de çarşıları bu kadar bakımlı ve zengin değildi. Refah ve ekonomik seviyesi çok yükselmiş. Avrupa Birliğinden aldığı parayı kalkınmada ve halkın refahında kullanmış. Her zeytin ağacı için yılda on iki yuro, yüzeli milyon zeytinlikler için yılda bir buçuk milyar yuro kooperatifler aracılığıyla İspanyol köylüsünün cebine giriyor. Dünyanın en zengin sekizinci ülkesi düzeyine çıkmış.

On yedi otonom bölgesiyle yedi ayrı lisanın konuşulduğu İspanyada Bask, ETA direniş örgütüyle bağımsızlığını istiyor. Barselona aynı gerekçeyle İspanya’dan ayrı bir devlet olmak için sesini yükseltmeye başladı. Şimdi Hürriyet ortamı içinde, tarihi Rekonkista süreciyle baskı ve işkencelerle  Hırıstıyanlaştırılan eski Müslümanların altıncı-yedinci kuşak torunları uyandılar. İspanya devletine karşı gasp edilen eski haklarına tekrar kavuşabilmek için evrensel hukuk normları içinde bastırıyorlar.

Endülüsün başkenti Sevilla-İşbiliyye, bin yıl önceki yüksek kültürüyle, yeşil- beyaz bölge bayrağına ay ve yıldızlarını tekrar istiyor.

İspanyada özellikle Endülüs başkenti Sevilla, Amerikan-CIA ajanlarının cirit attığı bölgelerin başında geliyor. Müslümanlar arasında Usame bin Ladin taraftarlarını takip mazeretiyle Endülüs Müslümanlarını rahatsız ediyor. Bizim Karagümrükteki Cerrahilerin burada sevenleri hayli çok imiş. Başta başkent Madrit olmak üzere, yarımadanın her şehrinde açılmış olan Sentro İslam-İslam merkezleri mutlaka ziyaret edilmelidir.

Endülüs İslam toplumunun temsilcisi Granadalı Prof. Dr.Abdurrahman Medine maksatlarını özetliyor:” Biz İslam ümmetine mensubuz. Başka bir mensubiyetimiz yoktur. Kur’an ve Sünnetin çizdiği genişlik içerisindeyiz. Kültürel çalışmalarını açık şekilde yapan bir İslam derneğiyiz. Endülüs halkının çoğu asıllarının Müslüman olduklarını bilmiyor. Köklerimizi arıyor ve aslımıza dönüyoruz. İslamı tebliğ ederek halkımızın bilinçlenmesine çalışıyoruz. Bölge, mezhep, meşrep, tarikat  ve soy mensubiyetine iltifatkar değiliz. Kur’anı daha doğru anlamak ve yaşamak için Arapçayı öğrenmek istiyoruz...” diyor.

Baharda bir Endülüs Yolculuğuna var mısınız ?

 

 

ENDÜLÜSTEN  OSMANLIYA

 

İstanbulun Osmanlı devleti tarafından fethi, bütün İslam alemini sevindirdi. Granada büyük camiinde fetih suresi okunarak hatmi şerifler indirildi. Artık Endülüs halkı için “Elhamdulillah, zor zamanda kendilerinden yardım talep edilecek dünyada güçlü bir İslam Ülkesi vardı.

Endülüs İslam Medeniyetinin düşen son kalesi Gıranada idi. Son iki asır devletler arası dengeleri diplomasinin ustalıklarıyla çeviren Beni Ahmer hanedanı Küçülen Endülüsün ömrünü uzatıyordu. Siera Nevada dağlarını aşan Katalan ordusu her yıl birkaç defa sınır ihlali ile vuruyor, yağmalıyor, karşı kuvvetler daha yetişmeden geri kaçıyordu. Birleşik krallığın büyük saldırısı her yıl bekleniyordu.

Hırıstıyanların askeri baskılarına dayanamayan Endülüs yönetimi,1477 yılında Fatih Sultan Mehmede elçiler göndererek yardım istedi. Osmanlılarla doğrudan doğruya yapılan bu ilk ilişki ve Fatihin buna ne cevap verdiği hakkında elimizde açık ve yeterli bilgi yok. Ancak 1487 yılında son Granada sultanı Ebu Abdullah, Granadayı açıktan tehdit ederek işgale hazırlanan Kastilya kralı Fernandonun niyetini biliyor ve Osmanlıdan yardım istiyordu. İkinci Bayezıt, Endülüs elçileriyle gelen mektubu ciddiyetle değerlendirdi. Katolik kralları yönlendiren Vatikandı. Muhatap da şüphesiz Hz. İsanın dünyadaki halifesi kabul edilen Papa idi. Papaya bir elçi ve ferman gönderdi: “ ...Endülüs Müslümanlarına şiddet ve işkence ile din değiştirmeye zorlandıkları, bir kısmının katledilip, sürgün edildikleri, can ve mal emniyetinin kalmadığı bilinmektedir. Bu zulmün acilen son bulması gerektir. Kastilya ve Aragon krallarına mani olasın. Yoksa Rumilinde, raiyetimizde bulunan ve hür olarak yaşayan Hırıstıyanlara mukabele-i bilmisil uygulanacaktır...”

İkinci Bayezıt, Kastilya Kralına da bir haber göndererek Müslümanları rahat bırakmasını söyledi.

İspanya sahillerini vurmak üzere ünlü denizcilerden Kemal Reisi de bir donanmayla Akdenize saldı.

Ancak bu tarihte Osmanlının iki problemi vardı. Biri Mısırdaki Memluk devletiyle anlaşmazlık, ikincisi de bir taht kavgasına dönüşen Cem Sultan gailesi. Şövalyelerden yardım isteyen Cem Sultan, Rodosta esir edildi. Papanın elini güçlendirmek için de Vatikana gönderildi. Talihsiz Cem Sultan, papa tarafından zehirlenip öldürülünceye kadar, Osmanlıya karşı bir tehdit unsuru olarak kullanıldı.

Çaresiz, yazılı bir anlaşmayla Son Müslüman devlet olan Granada Katoliklere  teslim edildi. İki ay sonra Kilise tarafından anlaşma feshedildi, Müslümanların yaşayabilmeleri için zorla Hırıstıyan olmaktan başka çareleri kalmadı. Anlaşma hilafına kütüphaneler yıkıldı. Binlerce cilt yazma eser, yırtıldı ve yakıldı. Her yıl beş-on dininde sebat edeceğini söyleyen Müslüman, şehir meydanlarında yakılıyordu.

 

 

                                                                                                        

 

NOT:

1-Muhammed Esed. ( 1900.Viyana-1992.Granada)

            Viyanalı bir Yahudi ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi. Adı Leopold Weiz idi. Hukuk tahsili yaptı. Evinde özel dini eğitim gördü. Tevrat ve Talmutu defalarca okudu. İbranice konuşuyor, Aramice anlıyordu. Edebiyatla ilgilendi. Senaryo yazdı, reji asistanlığı ve rejisörlük yaptı. Gazete muhabiri olarak  Kahire ve Kudüs’ü ziyaret etti.

            Siyonizmin hedeflerini temelsiz ve ahlak dışı buldu. Şam ve İstanbul’u dikkatle gezdi. Frankfurtta ilk eseri olan “Unromantiche Morgenland” adlı kitabı yayınlandı.

            1924 yılında Frankfurte Allgemeine Zeitung muhabiri olarak Kahire, Şam ve Halep’te yaptığı çalışmalarla Otadoğu uzmanı oldu. Halepten Deyr-i Zor’a geçti. Burada Beni Şamar kabilesinden rehber Zeydle tanıştı. İranda bir süre kaldı. Herat, Merv, Semerkant, Buhara ve Taşkent üzerinden Moskovaya geçti. Batı Berline yerleşti. Berlin metrosunda yürüyen insanların çok sıkıntılı olduğunu gördü. Mutsuzluklarını gerçeksiz, inançsız ve aralıksız olarak para ve refah peşinde koşmalarına bağladı.

            Masada açık sayfasıyla gözüne çarpan Tekasur suresi insanlığın halini yansıtıyordu. Bütün çağlar boyunca insanlar tamahı ve açgözlülüğü tanımışlar. Sesli düşünmeye başladı.

“Kur’anda konuşan  Muhammed değildi. Daha güçlü bir varlıktı konuşan ve kuşatan ses.

            Eşiyle birlikte Müslüman oldu.

1919’da  rahmani bir rüya görür. Burası Batının en uç şehridir.

            1927 yılında  Hacca gider. Eşi Mekkede vefat eder. Medineye gider ve yerleşir. Arabistanın her yanına seyahatler yapar.

            Libya bağımsızlık savaşına katılmak için yola çıkar  ama Ömer Muhtara yetişemez. 1932 yılında Arabistandan ayrılır. 1942 yılında babası ve kız kardeşinin Nazi toplama kampından ölüm haberini alır. 1947 yılında Pakistana geçer. M. Ali Cinnah ve Muhammed İkbal ile tanışır. İslam Tecdit Kurumuna üye olur. Geliştirdiği Arapçasıyla, Kur’an üzerinde çalışmaya başlar. Birleşmiş Milletler nezdinde Pakistan Ortadoğu Daire Başkanlığını yapar.

            Hatıra-Seyahatname tarzında “Mekkeye Giden Yol” eserini 1952 ‘de yayınlar. Muhammed Esed hayatının en büyük eseri olan “Kur’an Meali’ni “ yazar. Kuzey Afrikada Merakeş’de yaşar. 1987 yılında eserleri ve fikirlerinden dolayı Fas’taki resmi ideoloji tarafından rahatsız edilince İspanyanın Granada şehrine göçer. Son günlerindeki vasiyeti üzerine,1992 yılında vefat eden Muhammed Esed, Granada’nın El Bayzın tepesinde bulunan Müslüman mezarlığına defnedilir.    

 

Ankara Yardımeli Derneği
/AnkaraYardimeli
@AnkaraYardimeli
0312 309 10 06
Yazılım ve Tasarım: Tekin Medya