GÖNÜLLÜ OLMAK İSTER MİSİNİZ

"Ankarayı Seviyorum" - Mehmet Sılay

Ankarayı Seviyorum - Mehmet Sılay
1 Ocak 2014
A N K A R A’ Y I S E V İ Y O R U M "Ankara hakkında yıllar boyu ön yargılarımız vardı..."

HURMA ve ZEMZEM

Mehmet SILAY

silaymehmet@hotmail.com

İki bidon zemzem ve Trabzon’lu Ekrem’in bahçesinden (Hadikatu-t-Temr) toplanmış bir koli Medine hurmasıyla Ankara’ya dönüyoruz.

Ebul Beşer-Safiyyullah Adem Babamızdan İbrahim Halilullaha ve oğlu İsmail’den Resulullah’a kadar tevhit bilincini tazeleyen Kısas-ı enbiyanın özgün kıssaları ile yüreklerimiz parıldıyor.

Bu dönüşte de özellikle Tıbb-ı  Nebevi’nin önemli argumanlarından Zemzem suyu ile ziyarete gelen komşulara ikram ettiğimiz Hurma, ilgi alanımıza giriyor.

Hz. İsmailin bebek topuklarıyla kumlar arasından çıkarıp annesi Hacer vasıtasıyla insanlığa armağan ettiği mucize.

Sadece birbuçuk metre derinliğindeki bir kuyu, asırlardan beri milyonlarca insanın, hacının ve yolcunun su ihtiyacını karşılıyor. Daima seviyesini koruyor. Dünyada mevsim ve iklim değişikliklerine rağmen o hiç azalmıyor. Zemzem kuyusu Mekke vadisinin en çukur, en derin noktasında. Etrafında başka kuyu yok. Denizlerden veya başka bir kuyu kaynağından beslendiği düşünülmüyor. En yakın su kaynağı olan Kızıldenize seksen kilometre mesafede.

Zemzem suyunun kaynağı hala meçhul. Nereden geldiği mevcut teknoloji ile tespit edilemiyor. Nereden ve hangi jeolojik katmanlardan süzülerek geldiği keşfedilemiyor.

Zemzemin laboratuar analizi yapılmış. Kimyasal terkibiyle diğer içme sularına göre daha az kükürt içeriyor. Fazla mineral ve elektrolit taşımasıyla zemzem bir “Rafine besleyicidir.”  Susuzluğu karşılamasından başka aç insanı da doyuruyor.

Umre ve Hac ibadeti için Hicaza gidenler lütfen Mekke’den Zemzem, Medineden de bir tutam misvak ve Hurma’dan başka bir şey getirmesinler. Tesbih, takke ve seccadenin en kalitelisini Türkiye üretiyor.

Hurma da zemzem gibi bizlere Allahın özel ikramı!

Bir hekim olarak söylüyorum, Hurma yalnız meyve değil, aynı zamanda ilaçtır.

Önce yorgunluğun ilacıdır. Beyin ve adalenin gıdası olan glikojen, Hurmada en yoğun biçimde meyve şekeri-Fruktoz olarak mevcut.

Medine hurma pazarında experler anlatıyor. Ayrı isimlerle anılan Hurmanın değişik ülkelerde yüz elli çeşidi var. Hurmanın rengi, tadı, kıvamı ve cesameti ülke ve iklim şartlarına göre değişiklik gösteriyor.

Hurma, bitkisel protein ve yağ oranıyla en çok enerji veren, besin değeri en yüksek meyvedir. İhtiva ettiği A vitaminiyle büyüme çağındaki çocuklar ve gençlerin gelişimini sağlar. Lifli yapısıyla sindirim sistemini düzenler. Teskin edicidir, stresi ve gerginliği önler. Anemi-kansızlığın spesifik ilacı olan hurma, zihni gelişimin de güvencesidir.

Memleketimizde bolca bulunan Elmanın kalp dostu olduğu bilinir. Fakat hurmada bulunan mineraller elmanın iki mislidir.

Hurma tüketiminin bol ve yaygın olduğu ülkelerde kansere yakalanma oranı fevkalade azdır.

Tıbbı Nebeviden, Hz. Ayşe annemizin bir soruya verdiği cevap: “Kainatın Efendisi sadece hurma yiyerek aylarca hayatını sürdürürdü!”   

   Eee, ben daha ne diyeyim!

 

"A N K A R A’ Y I

S E V İ Y O R U M..."

 

Ankara hakkında yıllar boyu ön yargılarımız vardı.

O zaman, daha gün doğmadan kalorifer bacalarından semaya siyah bir duman püskürürdü. Bırakın yerli halkı, iş takibi için gelenler dahi, geceyi bu şehirde geçirdiklerine pişman olurlardı. Bozkırın göbeğinde yazları yeşillikten mahrum, kışın nefes alınmayacak kadar havası kirli bir kentti. 

İskenderun’dan jet turizme atlayıp, İstanbul’a doğru giderken Ankara molasında Otobüsten inmek bile istemezdim.

Altmışlı yıllarda yalnız üç şehrimizde ve sadece üç adet üniversite vardı. Şehirler  arası yollar tek şeritliydi ve ulaşım çok zordu. Takdir edersiniz, Ümmetin asimesi-başkenti İstanbul’da yüksek tahsil yapmak herkese nasip olmayan bir ayrıcalıktı. Anadolu gençleri, İlim Yaymanın şefkatli kubbeleri altında barınır ve eğitimlerine sosyal destek bulurdu. İzmir uzaktı bizlere, Ankara iticiydi.

Öğrencilerin fikri ve kişisel gelişimleri için, Kütüphaneler, dernekler ve dergâhlarla zengin bir kültür ortamıydı İstanbul.

Cağaloğlunda bir gurup idealist öğrenciyle birlikte çıkarttığımız Hareket dergisi ve kitaplar için Seka’dan kağıt tahsisi gerektiğinde, geceden kalkar gelirdik Ankaraya. Nasıl olsa, iş kotarılan Ankara nihai karar merciiydi. Talep dilekçesini kaleme bırakır ve elimizde kayıt ve sayı numarasıyla saatlerce bakanlık kapılarında bekletilirdik. Umut ışığı varsa, bir gece de şimdi bitpazarının kurulduğu İtfaiye meydanındaki otellerde gecelerdik. Fakat, genellikle aldığımız olumsuz cevaplar yüzünden Ankara’nın  müdürüne-müsteşarına, bakanına-dekanına, yetmedi taşına-toprağına söver, gece otobüsleriyle, kırgın ve gergin,  gerisingeri dönerdik İstanbula. Öğretilen “uzun uzun kavakların” gölgesi yoktu ve Ankaranın taşı sertti ve suğuktu. Çaresiz, paranızla rezil olmak da vardı başkentin yokuşlarında.

 

SABIKALI  ŞEHİR

            Bir mabetsiz şehirdi Ankara gençlik yıllarımızda.

Beyazıtın Küllük kıraathanesinde sohbetlerine devam ettiğimiz merhum Osman Yüksel Serdengeçti bize öyle anlatırdı. O zaman televizyon yoktu. Kocatepe külliyesi yoktu. Çok lazımmış gibi bu gün belediye tarafından şehrin sembolü olarak kullanılan Atakule de yapılmamıştı. Ders kitabı kapaklarında ve tipo baskılı günlük gazetelerin verdikleri Ankara imajında paganist dönem tapınaklarından Akrapolise benzetilen Anıtkabir mozolesi ön plana çıkarılırdı. Türbe ve mezara benzemediği için bir fatihadan mahrumdu. Resmi protokol, siyasi parti, kurumlar ve yabancı misyon şefleri için mecburi uğrak yeriydi. Çelenk bırakılır, saygı duruşunda bulunulur ve protokol defterine iki cümleden ibaret, bağlılık mesajları yazılırdı.

Onun maskına ve resmine sırtını dayayanlar Devleti burada soyar, vurgunlar ve ihtilaller burada tezgâhlanırdı.

Beyin yıkama merkeziydi Ankara. Kahramanlar hain, hainler kahraman gösterilirdi. Din olarak dayatılan resmi ideolojiye itirazı olan veya ifade özgürlüğünü seçenler, meslekten ihraç edilir, yasaklanır, para ve hapis cezasına çarptırılırdı. Aydınların bir kısmı sürgünde vefat etti, bir kısmı da ömrünü hapishanelerde tamamladı.  Bediuzzaman Ankaraya sokulmadı ve kitapları toplatıldı bir zaman. Yeni dönem faili meçhullerle doludur ve tarih koridorunda, millete karşı kolay kolay kendini aklayamaz bu şehir. Çatırdayan laik seküler gelenek, bütün saldırganlığıyla  Türkiyede CİA ve Siyonizmin  emir  kulu ve işbirlikçileri eliyle hükümranlığını sürdürüyor. Bu dış güçlerden vize alanlar bakan, başbakan olur. Yök başkanı, genel kurmay başkanı hatta devlet başkanı olabilir.

 Ankarada tepeden alınan kararlarla, doktor yetiştirilen Tıp Fakültelerinde bile kanun, alfabe, kılık-kıyafet değişikliğiyle milli ve dini kültür tahribatını devrim tarihi diye bir ders yılı boyunca okuturlardı. Demirel ile Ecevitin çekişip durduğu Meclis, millete çok sevimsiz gelirdi. Oteller pahalıydı ve gençlik parkına bile parayla girilirdi.

            Trabzonlu Ali Şükrü Bey, bu sokaklarda boğulmuş, İskilipli Atıf efendi ilk meclisin kapısı önünde asılmıştı. Samanpazarından zafer çarşısına kadar sıralanan sehpalarda gencecik masum vücutlar sallandırılırdı. Sabıkalıydı bu şehir milletin yüreğinde, sabıkalıydı...

            Yıllar sonra Lefke dergahında bir Hak dostunu ziyarete gitmiştik. Sohbet sırasında,  bir soruya karşılık, “ Efendim biz Ankaradan geliyoruz...” dediğimiz zaman Kıbrıslı Nazım Efendi, bize başından geçen serüvenleri, sıkıntılı yıllarını ve Ankara zorbaları yüzünden yaşadığı tatsız olayları ayrıntılarıyla anlatmak zorunda kalmış, sonra da  kızarak “ Siz oraya Ankara demeyin. En kara deyin, en geri deyin, hatta en körü deyin !” demişti. Zorba sistemin enstrümanları olan, bir işaretle çiftlik, matbaa ve köşk sahibi olan çanakçılar, yemlendiği kadar kalem oynatmış ve bu yeni başkentimizi kitap dolusu ve istenildiği gibi ballandıra ballandıra anlatmışlar. Ama bu renkli  tasvirler, tahkiye ve tahlillerle “ çıktık açık alınla – hamama girdik nalınla- Tam kırk kişi yıkandık-Biz bir kalıp sabunla...” marşları her zaman yaşanan gerçeklere mağlup olmuş...   

            Yani Ankara bizim için, milletin yüreğinde ve hafızasında yalnız sabıkalı ve sevimsiz değil, aynı zamanda korkunçtu.

   

                TARİHE  YOLCULUK

 

              Yıllarca mabetlerine, vakıflarına, derneklerine, hastanelerine, kışlarına, yazlarına, sıkıntılarına, mutluluklarına ortak olduk. Yetmedi, iyileri ve kötüleriyle, kavakları, söğütleri ve çiçeklendiğinde burcu burcu kokan iğdeleriyle komşu olduk, konuştuk. Mahallemizde her hafta kurulan semt pazarında alış-veriş yaptık, esnafını - memurunu tanıdık. Çocuklarımız gelişmeye çabalayan, Ankara üniversitelerini kazanınca onları yalnız bırakamadık. Demek büyük konuşmuşuz, ev alıp yerleştik bu iğde kokulu sokaklara.

              Tarihte birlikte yolculuğa çıktık, öz geçmişini, manevi zenginliğini ve gerçek

sahiplerini tanıdıkça fikrimiz değişmeye ve her şeye rağmen onu çevreden merkeze doğru sevmeye başladık.

            Çamlıderede Ali Semerkandi bizi kendimize getirdi. Yabanabadın Taşlıca dağlarına yaslanan Oruç Gazinin huzurunda ayağa kalktık. Ayran taşı ve gelin kayasında fotoğraflar çektik.

              Resulullahın büyük dedesi Haşim, Bizansla ticari görüşmeler yapmak için bu şehre kadar gelmiş.

              Emevilerle karadan başlayan İstanbul seferleri genelde Ankara üzerinden olmuş. Çubuk ovaları sahabe ordularıyla tanışmış.

             Abbasiler döneminde Ankara kalesi iki defa kuşatılmış. Her dönem şehitler karışmış Engürü toprağına.

 Ayrıca, Onuncu yüzyıldan itibaren Horasandan ve Türkistan İslam ekolünün Yesevi  ocağından yetişmiş yüzlerce derviş - gazi, sayısız Alperen - mürşit Anadolu’ya sel gibi akmaya başlamış.   

Ali Semerkandi, Medine aydınlığını Çamlıdereye taşımış. Âlimlerin hocası Hacı Bayram Veli ile Tasavvuf ulusu, mürşid-i kamil, Abdulhakim Arvasi bu iklimi tercih etmişler. 

            Ankara mübarek bir diyarmış meğer.

            Çevreden merkeze yani Oruç Gaziden Hacı Bayrama doğru yürüyüşe geçiyoruz...

Etrafından, Haymana, Ayaş, Çubuk ve Kızılcahamam koyaklarından kükürtlü sıcak suların kaynadığı fay kırıklarıyla kuşatılmış dördüncü derece deprem bölgesi. Aynı zamanda âlimler, veliler ve kahramanlar diyarı Ankara.

Başta Oruç Gazi olmak üzere Hüseyin Gazi, Ali Semerkandi, Turasan Şah, Baba Kıbel, İncik Dede ve Gölbaşında sahabe ordusuyla gelen Seyid Muhammed ve diğerleri baştanbaşa tüm diyar-ı Rum’u dolaştıktan sonra gelip Engürü’nün etrafına yerleşmişler.

            Yüzlerce yıl efsaneleşen nakiller, nihayet belgesel olmaya başlamış. Vakıf sicilleri taranmış. Bölgenin tarihi önemi dolayısıyla Taşlıca köyünde bulunan Oruç Gazi, Kırmızı Ebe başka bir ifadeyle Kırgız Ebe, Ayran taşı ve Gelin Kayası Bakanlık onayı ile ve bir kanunla Taşınmaz Kültür Varlıklarımız arasına alınmışlar.

            Taşlıca köyündeki manevi zenginliğe hürmeten düğünlerde yüzyıllardan beri davul çalmama geleneği varmış. Bugün dahi her karışı şehitlerle bezeli olan köyde, düğün-dernek ve eğlencede ifrata, taşkınlığa kaçılmaz ve davul çalınmaz.

            YABANABAD  ve TAŞLICA  KÖYÜ

            Ankara’dan çıkıp İstanbul istikametine doğru giderken, eski şehirlerarası asfaltın on birinci kilometresinde Akdoğan kavşağından sağa ayrılan ince yol üzerinde bir huzur beldesidir, asude bir köydür Taşlıca...

            Taşlıca köyü: zengin tarihi ve  manevi coğrafyası, misafirperver köylüleri, esatiri tabiatı ve menkıbeleriyle ziyaretçileri karşılar.

            Kaynakları tarıyoruz:1220 yılında başlayan Oruç gazinin misyonu, bir alperen kimliği çerçevesinde ansiklopedilerde yerini almış.

            Bir tepede Oruç Gazinin anası Kırmızı Ebe ve coğrafi imajıyla uzaktan benzetildiği Gelin Kayasıyla halk arasında dolaşan menkıbeye göre kayalıklar arasında Bizansın eğemenliği altındaki Küçük Asyanın adının Rumca güneş ülkesi-Anatolia dan Anadoluya dönüştüğü Taş oluk. Diğer adıyla Ayran taşı veya Yalak taşı da bu köyün sınırları içinde.   

            Aluç dağıyla Beykaya  arasında kurulu bulunan Kızılcahamama  elli yıl öncesine kadar Yabanabad derlermiş...

Ankara’nın içme suyu Kurtboğazı barajından geliyor. Kızılcahamamın altmış köyünde arıcılık yapılıyor...Küçük kubbeli kaplıcalar, Semerkandi yürekli insanlar, geniş havuzlu termal-oteller diyarı, kekik, madımak, nefis çam balı ve esmer yayla ekmeğiyle işte Kızılcahamam. Dış görüntü böyle.

 Oysa kaplıcalar diyarı Kızılcahamam meğer kahramanlar ve evliyalar diyarı imiş.

                    ORUÇ  GAZİ

            Köy konağının yapımı, Oruç Gazi ve annesi Kırmızı Ebe türbelerinin yeni baştan inşa ve onarımını gönüllü olarak üzerine alan Ankara Evliyalarından sorumlu  bir güzel insan, bölgeyi ağaçlandırmak için bizleri Taşlıca’ya davet etmişti. Kazma-kürek yoğun bir çalışmayla yüzlerce ağacı bir günde dikivermiştik. Soğuk, dondurucu bir havada ancak akşama doğru evlerimize dönebiliyorduk.

            Sedat bey hem çalışmış, hem anlatmıştı...Çevresini ağaçlandırmakta olduğumuz Oruç gazi, Anadolu’yu İslam nuruyla aydınlatmak için Ankara bölgesine göçüp yerleşen Horasan Erenlerindendir. Derviş-Gazi de denilen bu bilge kahramanlar, Anadolu yaylalarını Türklere, dolayısıyla bütün Müslümanlara açan Malazgirt savaşından sadece iki yıl sonra, 1073 yılında bölgeye gelmiş, Dergahlarını açarak, Bizansın ağır vergilerle ezdiği Gayrımüslim halkla barış içinde yaşamış ve sıcak insani ilişkiler kurmuşlar.

            Uzaktan bakınca, yuvarlak, iri kayalar ve granit bloklar arasında, başında yaşmağıyla ata binmiş geline benzeyen ince-uzun bir kaya göze çarpar. İşte bu köy halkının dilinde Gelin Kayasıdır. Ancak Ürgüpteki peri bacalarının nasıl ki, cin ve periyle ilgisi yoksa bu kayanın da gelin-güveyle ilgisi yok. Volkanik dönemden kalma birer fizik oluşum. Ama yine de görülmeye değer.

            Karahanlılar, devlet ricali ve bütün aşiretlerle birlikte İslamla şereflenince Hazar Denizinin güneyinden batıya doğru bir nehir gibi akmaya başladılar...

            Selçuklu hükümdarı Alaaddin Keykubat 1220 yılında Türkmen çobanlarını öldürüp, sürüleri talan eden Başköy Rum Tekfuru üzerine yürürken, o zaman ormanlarla kaplı Taşlıca cıvarında Kırmızı Ebeyle küçük oğlu Oruca rastlamış.

Menkıbeye göre Kırmızı Ebe, hemen yayıkta çalkayıp, Taşoluğa döktüğü taze ayranı Gazilere ikram etmeye başlamış. Ayran tükenmemiş, çoğalmış, bereketlenmiş. Akıncılarla Kırmızı Ebe arasında bir tarihi diyalog başlamış.

            Sultan Alaaddin Keykubat,  Bacıyan-ı  Rumdan Kırmızı Ebenin Evliyadan biri olduğu kanaatine varmış.

             -    Dile benden ne dilersen Ana! Demiş.

-          Canının sağlığını, gazanın devamını ve yüce Allahın sana ve orduna zafer müyesser etmesini dilerim!

-          Sağol, şimdi söyle dileğini!

-          Sultanım şu kucağımdaki yetim yavrum Oruç için, şehit babası gibi kafirlere karşı gaza yapması yolunda yürümesi için dualarınızı isterim!

Vakıf sicillerinde belgelendiği gibi Sultan Alaaddin Keykubat bir ferman vermiş ellerine ve ilan ettirmiş.

-          Bu toprakları yurtluk olarak sana ve oğlun Oruca bağışladım. İskân yaylanız burasıdır, mübarek olsun ve bu bölgeden vergi alınmayacaktır, güven içinde yaşayın!

Allah katında makbul dualara mazhar olan Oruç Gazi, büyümüş bir Derviş Gazi olmuş. Dergahında misafirlere sofralar açılmış, evrensel barış ve kardeşlik öğretilmiş, çocuklara ve gençlere Kur’an ahlakı üzere eğitim verilmiş. Birlikte barış içinde yaşamak için, tebliğ kaynaklı diyaloğa karşı çıkan Bizans Tekfurlarına karşı sürekli cihat ilan edildi. Bir halk kahramanı olarak yetişen   Oruç Gazi, Emr-i Hak vaki oluncaya kadar Gazadan gazaya koştu. Ümmetin çocuklarına güzel örnek oldu...

                                  ANKARANIN  GÖNÜL  SULTANLARI

                        Ankaranın çevresinde elinde kağıt-kalemiyle ufuk turuna başlayan  araştırıcılarla birlikte  Anadolunun fatihleri ve manevi sahipleriyle tanışıyoruz.

                        Çamlıdere ilçesinin Yukarı Gümele köyünün ormanlık, sulak derelerle kesilen yemyeşil yamaçlarına tırmanıyoruz. Ankaralıları içme sularıyla besleyen Bayındır barajı yol güzergâhımız üzerinde...

 Baraj yapımıyla birlikte köyün her mahallesi bir yana dağılmış ve Yedi Ören köyünden yedi köy doğmuş. Asırlardır bu tepeleri feyzi ve bereketiyle bekleyen İncik Baba buradaymış. Bölgeyi İslamla şereflendirmek amacıyla görevli gelen ve biiznillah emekleri ve çabalarıyla murada eren Horasan Alperenlerinden biri olduğu dilden dile dolaşırmış.

Yatırı naklederken sandukadan miskü amber kokular yayılıyor, hayrete kapılan  köy halkı salavatı Şerifeler ve tekbirler getirerek türbeyi yeni yerine taşıyorlar. Sular altında kalmasın diye İncik Babanın yanına da fakirlerin anası Fakranayı taşıyorlar. Bir kabristan ziyareti, Resulullah nasıl tavsiye ediyorsa, biz de ölümden ibret alarak, edeb-adab üzere ziyaret ediyor ve onlara fatihalar ikram ediyoruz.

Bugün Nakkaşi Ankaravi, Hüsamettin Ankaravi, Şeyh Tacettin Sultan ve Molla Zeyrek çevremizde zikir halindeler. Ankara toprağının yetiştirdiği Anadolu Beylerbeyi Karaca Bey, Doğan Bey, Kameruddin ve Şeyh Taceddin dergahlarında bizleri sohbete bekliyor.   

                        Kale çıkışında bir ahşap şaheseri olan Aslanlı ve Alaaddin camileri birer Selçuklu hatırası. Selahaddin Eyyubi Filistinde Tapınak şövalyeleriyle mücadele ederken İkinci Kılıçaslan Ankara kalesine giriyor.

 Yaptırdığı mimberin alınlığındaki İslami harflerle yazılı ihtişamlı ifadeyi paylaşalım: “ El Melikul muzaffer, muhyiddunya vaddin, Melikul Biladirrum val Acem, Sultan Mesut bin Kılıçaslan. fi safer. 1178 “ Bizansa karşı Konstantiniyye yürüyüşünde sahabe ve tabiinden Ankara ovasında şehit düşenler olmuş. Başta Ahi Mesut ( Eti Mesgut değil ) olmak üzere nice ilim adamları ve kadim bir işçi teşkilatı olan  Ahilerle bezeli Ankara.            

Kaplıcalar, kekik, madımak ve bahar kokulu iğdelerle kuşatılan Ankara meğer yalnız sağlık kaynağı Termaller diyarı değil, kahramanlar ve evliyalar diyarı imiş.

Ankaralılar, evladı Resulden şehit Hüseyin Gazi ile Er sultanın komşuları. Ne büyük lütuf...

Çevremiz ilim adamları, alperenler ve gönül gözü açık Sultanul Arifinlerle kuşatılmış. Onu basiretle ve kalp gözüyle görebilen ve onlarla birlikte yaşamasını bilenlere   selam olsun...!                                         

Ankara Yardımeli Derneği
/AnkaraYardimeli
@AnkaraYardimeli
0312 309 10 06
Yazılım ve Tasarım: Tekin Medya