GÖNÜLLÜ OLMAK İSTER MİSİNİZ

KAŞGAR RUZNAMESİ

KAŞGAR RUZNAMESİ
1 Ocak 2014
GÜNEŞİN DOĞDUĞU YER...

KAŞGAR RUZNAMESİ

Mehmet SILAY

silaymehmet@hotmail.com

GÜNEŞİN DOĞDUĞU YER

Bundan kırk yıl önce siyah-beyaz televizyonda İpek Yolu üzerine hazırlanmış bir belgesel izlemiştim. Kaşgar şehrinin en büğük camiinde bayram namazı kılınmıştı. Namazdan sonra caminin abidevi cümle kapısının üzerine çıkan davul-zurna ekibi neşeli bir yerel hava çalmaya başladı. Hoşumuza gitmişti ama asıl bizi şaşırtan bu geniş cümle kapısından çıkan başta imam olmak üzere küçük-büyük, genç-ihtiyar herkes bir sağa bir sola dönerek oynamaya başladı. Gülüşerek birbirimize “bakın, bakın!” deyip televizyon ekranını gösteriyorduk.

Oyun, davul-zurna eşliğinde kollarını açarak iki yana dönmeden ibaretti. Bizdeki Mevlevi semazenlerinin tamamlanmamış ilk hareketlerine benziyordu. Mekân caminin önüydü ve taş döşeli geniş bir meydandı.

Bayram Müslümanların en mutlu günleriydi. Biz memlekette bayram namazını kıldıktan ve iki tarafa selam verdikten sonra ilk yaptığımız cemaatten yanımızdaki Müslüman’ın elini sıkarak bayramlaşmak olurdu. Sonra da sıraya girerek mihraba doğru camiye gelmiş olan müftü, vaiz, imam ve uzayan sıradaki herkesle “bayramınız mübarek olsun!” deyip teker-teker ellerini sıkarak bayramlaşırdık.

Ancak bayram ruhuna uygun olarak, sevincini, mutluluk ve memnuniyetini vücut hareketiyle dışa vurmaktan daha normal ne olabilirdi.

O gün Kaşgarda ve bayram neşesi içinde olan Müslümanların arasında olmaya o kadar özenmiş ve imrenmiştim ki: Allah bu gönülden isteğimi makbul dua olarak kabul buyurmuş. Kırk yıl sonra o camide on bin kişiyle birlikte mü’minlerin bayramı olan bir Cuma namazını kılmayı bize nasibediyordu.

Binlerce Müslüman birlikte mihraptan giriş kapısına kadar, sofa olduğu gibi ve kilimlerin serili olduğu, kenarlarından suların çağıldadığı geniş namazgâh dış kapıya kadar doluydu. Kalecikli Mehmet Doğan’la birlikte elimize geçen kilimi beton üzerine serdik, ayakkabıları kenara topladık ve böyle mahşeri kalabalığın arasında kendimize yer bulabildiğimiz için Allaha şükrettik.

Sonuna yetişebildiğimiz vaaz Uygur Türkçesiyle verildi. Azeri şivesinden sonra en kolay anlaşabileceğimiz ve Anadolu Türkçesine en yakın Uygur şivesi. Müezzin ezanı Bilal Habeşi gibi makam gözetmeden dümdüz okuyor. Hatip cemaate hutbeyi yalnız ayet ve hadisler okuyarak veriyor. Arabistan’da nerdeyse bir saat süren hutbe, Kaşgar’ın bu en muhteşem camiinde on dakika sürüyor. Kurban ve Ramazan Bayram namazları hariç on sekiz yaşına kadar reşid olsa dahi camileri girmesi yasak. Din bilgisi eğitimi kesinlikle yasak. Kur’an kursu Çocuklarına evinde dahi Kur’an öğretmeye kalkan baba ihbar edildiği an cezalandırılıyor. O bir devrim karşıtıdır ve bilinmeyen bir çalışma-toplama kampına götürülür. Hangi kampta olduğu, evine geri gelip-gelmeyeceği veya ne zaman geleceğini aileden kimse bilmez.

Dış kapıya yakın bazı kadın ve erkeklerin kapağı açık su şişeleriyle duruyor ve yanından geçen bazı Müslümanlar da şişeye doğru üflüyorlar. Dualı su niyetiyle evdeki hastalara götürülüyor. Bizim Ataköy Zuhurat baba kabrinde yapıldığı gibi. Temel din kültürü olmayan veya alamayan kesimlerde böyle uçuk inanış ve batıl davranışlar oluyor.

Yıllar önce televizyonda gördüğümüz meydana çıkıyoruz. Dönüp İydgah camisinin büyük kapısına ve namazdan çıkan cemaate bakıyoruz. Allaha hamd ediyor ve meydanda hatıra fotoğrafları çektiriyoruz.

Meydanın sınırları içinde ve ana yol kenarında üç otobüs dolusu polisin muhtemel bir eyleme karşı namaz dağılıncaya kadar beklediklerini görüyoruz.                  

Asırlardır süren baskılara rağmen, İslam mülkünün tapu senedi olan camiler böyle müminlerle dolduğu sürece Kur’an ahkâmı Şarki Türkistan’da kıyamete kadar var olacaktır.

 

 BİR CESUR YÜREK: OSMANİYELİ İBRAHİM

Sayıları çok olsun, Osmaniyeli İbrahim kardeşimiz genç bir ahlak adamı, düşünce ve hareket adamı. İsyan ahlakıyla donanmış, önce İslam Birliğinden, sonra da dünya mazlumlarından sorumlu bir cesur yürek. İnandığı gibi yaşayan adam yani halk tabiriyle “Adam gibi adam!”

Ona göre:

“İki asırdan beri Kızıl Çin-Çin Halk Cumhuriyeti Doğu Türkistanı işgal etmiş, Müslümanlara nefes aldırmıyor. Camiler, din eğitimi veren kurumlar-Medreseler kapatılmış. Din sosyal hayattan dışlanmış. Sürgünler, bir arada yaşayan etnik topluluklar arasında suni kavgalar çıkarılmış. Bağımsızlık hareketlerine karşı soykırımla açıklanan toptan imha girişimi uygulanmış. Toplama kampları, işkence, sürgün, idamla aileler dağıtılmış. Karşılıklı göçlerle Uygur Müslümanları kendi vatanlarında azınlık durumuna düşürülmüş. Şarki Türkistan’ın adı Çince Şincan-Yeni Kazanılmış Ülke olarak değiştirildi.”

İbrahim Bey bu bilgilerle Çin Halk Cumhuriyeti Konsolosluğuna randevuyla gidiyor. Belgeleri ve duyduklarını onlarla paylaşıyor.

Aldığı cevap bir barış taarruzudur.

—Herkes yazıyor ve konuşuyor. Bunların çoğu doğru değil. Siz yazılan ve konuşulan bazı bilgileri, buraya teşrif ederek açıklıkla ifade ettiniz.

Oysa Çin artık çok değişti. Sizi Şincana davet etsek geli misiniz?

—Hay hay elbette geliriz. Körün aradığı bir göz. Siz iki göz teklif ettiniz!

-Buyurun gelin sosyal yapımızı yerinde görün!

-Göreceksiniz ki: Biz siyasette ve ticarette çok şeffaf ve özgürlüklere saygılı toplum modelini Çin Halk Cumhuriyetinin her eyaletinde hayata geçiriyoruz.”

Bu Çin Halk Cumhuriyeti’nin İbrahim beyin şahsında bir vakfa karşı resmi davetiydi. Müşavereden sonra davet makul bulundu. Biz doğrusu Şarki Türkistanın her köşesini görmek ve Müslüman Uygur kardeşlerimizle birebir yakından konuşmak-görüşmek, sohbet etmek ve röportaj yapmak istiyorduk. Nasipse gideceğimiz Ülke Türkiyenin iki misli genişliğindeydi. Ancak buna bağlı olarak kalacağımız bir hafta gibi kısa sürede gezi alanımız da sınırlı olacaktı. Sabırla beklememiz meyvesini verdi.

Tam bir yıl sonra Urumçiden gezi programı geldi ve biz beş kişilik bir gurupla İstanbuldan bir Çin Halk Cumhuriyeti uçağıyla gece yarısı Şarki Türkistan’a (Şincan) doğru yola koyulduk. Çin seyahati bir zuhurattı, her istediğimiz zaman gidebilmek mümkün değildi. Biz, Ayvazdede etkinliklerini yarıda bırakıp, Saraybosna havaalanından saatleri kovalayarak İstanbula dönmek zorunda kalırken Mehmet Doğan bey de İzmirdeki tatilini çoluk-çocuğunu orada bırakarak, henüz uçak havalanmadan İstanbula yetişmişti.

Bölgenin tabiriyle biz aksakallılardandık. Emre, Ediz ve Altuğ bey kardeşlerimiz gurubumuzun genç ve bilinçli kanadını teşkil ediyorlardı.

Gideceğimiz coğrafyada ilgi merkezimiz Uygur Müslümanları olacaktı.

Üç yıl önce T.C. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül Beyin Şincan’ı resmi ziyaretinden sonra Çin’in resmi tanımlamasıyla “Şincan Uygur Özerk Bölgesi” nin başkenti Urumçi’de Özgürlük-istiklal-bağımsızlık isteyen ve komünist askerlere karşı direnişe geçen kalabalığın içinden 156 genç öldürülmüştü. Kaç yaralı vardı ve kaç kişi tutuklanıp toplama kamlarına götürülmüştü bilmiyorduk. Çünkü Çin dünyaya kapalı bir sistemle yönetiliyordu. Eğitilmiş Han Çinlileri tarafından başlarına, dükkânları önünde taşla vurularak Öldürülen Uygur esnafın şahadetine üzüntüyle şahit olmuştuk.             

Şarki Türkistan bizler için coğrafi konumuyla uzaklardaydı yani gözden uzaktı ama Müslüman Uygurlar, gönüllerimizin en müstesna yerindeydi ve bize çok yakındı.

 

UYGURLARI TANIYALIM ?

Asyanın geniş düzlüklerinde göçebe olarak yaşayan Uygurların vatanı Doğu Türkistandır. Uygurlar, Turani boylar içinde ilk önce yerleşik hayata geçen, şehirler kurup, şehirde diğer topluluklarla birlikte yaşama pratiğini başlatmışlar. Çinlilerle en yakın sınır komşusu olan Uygurlar, Çin baskı ve işkencelerinden korunmak için bir araya toplanmaya başlamışlar. Devamlı Çin baskısı onları birlikte yaşamaya ve şehir ve kasabalar kurmaya zorlamış. Hayvancılığın yanında toprağı da işleyerek tarıma başlamışlar. Mimariyle birlikte sosyal ve kültürel hayat hızla gelişmiş. On sekiz harften oluşan ilk alfabelerini, tahtadan yaptıkları klişelerle kağıt baskılar üzerine yazılan kitapları Türkistan’da okunmuş. Eğitime önem vermişler. İlim ve düşüncede asıl İslam’a ve İslami harflere geçtikten sonra atılım yapabilmişler. Dilde ve düşüncede bin yıl önce yaşamış Uygur Müslümanlarından geriye kalan eserler dünya klasikleri arasına girmiş.

Hazar denizinin kuzeyindeki Karaim Yahudileri İbrani değil Turani kökenlidir. Keza yine Turanilerden Bulgarlar, Macarlar ve Gökoğuzlar (Gagavuzlar) Ortodoks Hırıstıyanlığı benimsemişler.

Uygurlar başlangıçta Mani (Maniehizm) ile Budizm arasında gidip gelmişler. Maniehizmde reenkarnasyon-Tenasuh yani ölümden sonra başka birinin bedeninde doğma, yeniden dirilme inancı esastır. Bu batıl inancın tortusu Anadoluda ( ağaçlara, çalılara çaput bağlama vs.) günümüze kadar şaman alışkanlıkları içinde uzanabilmiştir. 768 den 807 yılına kadar Uygur Kağanı ile Çin imparatoru birlikte bu dini yaymak için şehirlere Mani mabetleri inşa etmişler.

Ancak Maniahizm diğer dinlere karşı sert bir tavrı vardı. Diğer inançlara karşı tahammülsüzlüğüyle toplumsal kabul görmedi.

Yün kumaş, pamuklu bez, keçe, halı ve ipek kumaşlar Uygur tezgâhlarında dokunurdu.

 Uygurların Talas savaşından sonra İslamla tanışmaları tam bir devrim niteliğindedir. Dilde, sanatta ve düşüncede kalıcı eserler bırakmışlar. Çince, Farsça ve Arapça’dan yeni ve klasik eserleri Uygur lehçesine çevirmeye başlamışlar. Bugün Uygur lehçesi İslami harflerle-Arap harfleriyle yazılır.

Talas zaferinden sonra iç dinamiklerin sevkiyle Turaniler Batıya doğru göçmeye başladılar. Türkler içinde yalnız Uygurlar Batıya yönelmeyip, Doğu Türkistanda yaşamayı tercih etmişler. Çin seddini aşarak yağma ve talan için büyük ordularla üzerlerine gelen Han Çinlileri-Hıtay’lara karşı daha fazla mukavemet edememişler. Bu arada hiçbir Türk veya İslam ordusu da yardım maksadıyla Çin üzerine yürümemiş. Emir Timur’un 1403 yılında ve yarım kalan seferi hariç Çin üzerine yürümek kimsenin ilgisini çekmedi. Müslüman Uygurlarla birlikte yaşayan Kırgız, Kazak, Özbek, Tacik, Türkmen ve Mogol Müslümanları da asırlardır kaderlerine ve Komünist Çin’in insafına terk ediliyordu. Bugün hepsi de İşgal altında fakat din ve kültürlerini korumaya özen göstererek varlıklarını sürdürmeye çalışıyorlar.  

Okumayı seven, çalışkan ve gayretleriyle göze çarpan Uygurlar, kendi edebiyatlarını da geliştirdiler.

Asırlarca bağımsız devletleriyle yaşayan Uygurlar en son 1944 yılında kurdukları bağımsız Doğu Türkistan Cumhuriyeti 1949 yılında Mao’nun iktidarıyla birlikte Çin Halk Cumhuriyetinin işgali altına girmiş. Bugün Uygurlar, Çin baskısı altında dinlerini yeterince yaşayamadıkları ve dini gelenek, eğitim ve kültürlerini özgürce sürdüremediklerinden şikâyet etmekteler.    

 

RUZNAME’YE GİRİŞ

Çin Halk Cumhriyetinden gelen bu davete gönülden katılıyorduk. Yeşil Pasaportlara vize engeli yoktu. Diğer pasaportlar için kimlik bilgilerine ilave olarak iki vesikalık fotoğraf yetiyordu.

Biz gideceğimiz ülkeye Doğu Türkistan derken, Çin yönetimi  tüm yazışmalarında Şincan Uygur Özerk-Otonom Reyonu-Bölgesi, yerli Uygurlar ise Şarki Türkistan diyorlardı. Şincan’dan başka biri Tibet olmak üzere üç özerk-otonom bölgesi daha vardı. Haritaya baktığımızda genişlik bakımından Şincan ile Tibet Kıt’a Çininin nerdeyse üçte birini teşkil ediyordu.

 Bunlar arasında polise karşı sokak direnişlerinden, dergi, gazete ve bülten çıkarmaya kadar bağımsızlık talep eden her hareket, dünya basınına yansıdığı gibi tutuklama, sürgün, işkence, yargısız infaz ve katliamla cezalandırılıyordu.

1997 Gulca’da Kadir gecesi olaylarında ve 2009 Urumçı sokak çatışmalarında Müslüman Uygurların uğradığı zülme karşı İstanbulun Çağlayan meydanında yüz binlerin katıldığı mitingler düzenlerken, B.M. Çin’i sadece temel insan hakları adına uyarıyordu.

Gücüyle kibirlenen Çin Halk Cumhuriyeti ise ya hiç cevap vermiyor, ya da “bu bizim iç işimiz!” deyip konuyu kapatıyordu.   

Asyanın kalbindeki mazlumlardan, ajanslardan sızdığı kadar haberdar olabiliyorduk. Telefon mesajları büyük nimetti. Facebooc ve Twitter yasaktı ve tüm internet ve telefon konuşmaları kontrol altındaydı.

Ucuz iş gücüyle yükselen ekonomik potansiyeli ve ürettikleri dayanıksız tüketim mallarıyla tekstil dâhil bütün sektörlerde dünyaya meydan okuyan Çin, bir itiraz ve uyarı üzerine:

 “Biz Çin Halk Cumhuriyetinde bir atılım yaptık ve sosyal dönüşümü gerçekleştirdik. Temel İnsan hakları ekseninde ve kanunlar karşısında Şanghay’lı Han Çinlisi ile Turfanlı Müslüman Uygur eşit haklara sahiptir.” İddiadına karşı İbrahim beyin itirazı Çin kültür ateşesine bir adım daha attırıyordu.

-“O halde buyurun Şincan Uygur Özerk Bölgesine! Gözlemlerinizi ve sizde bıraktığı izlenimleri yazarak, konuşarak, anlatarak bir yanlışın düzelmesine ve Çindeki değişim ve gelişmelerin duyurulmasına yardımcı olun!” diyerek bizleri Urumçiye çağırıyordu.

-Hangi şehirleri görmek istersiniz?

Biz heyecanla ve bir çırpıda:

-Urumçi, Kaşgar, Hotan, Turfan, Yarkent, Gulca...

Türkiyenin iki misli genişliğindeki Şincan-Doğu Türkistanın bir hafta içinde bukadar şehre ulaşamıyacağını söyleyip programı sınırlı tutmak zorunda kaldılar.

 

ASYANIN KALBİNDEKİ ŞEHİR: URUMÇİ

Emre, Ediz ve Altuğ beyler bizden önce Yeşilköy havaalanına gelmişler. Kucaklaşıyoruz. Yolculuklarda öncelik yol arkadaşlarıdır sonra yol. Kalecikli Doğan bize Arap atasöznü hatırlatıyor “Evvel refik bade tarik!”

Gidişimiz Urumçi ve Kaşgarda açılan birir Uluslar arası Fuara rastlıyor. Ev sahibi programı hazırlamış, bize uymak kalıyor.

Çin Havayolları uçağına “bismillahla” biniyoruz. İstanbul ile Urumçi arasında beş saat fark var. Gece yarısı uçağımız kalkıyor. Sıcak bir gün ortasında yani öğlene doğru Asya’nın kalbindeki şehir Urumçiye ulaşıyoruz.

Tarihi açıdan Urumçi, aslında bir garnizon şehir. Çin ordularının Batıya açılan kapısı. Geniş bir ova üzerinde kurulmuş sulak bir yerleşim yeri. Bizim Konya gibi yokuşu ve tepeleri olmayan düz caddelerde bol miktarda akaryakıtla değil akü ile çalışan binlerce motorsiklet, mobiler ve bisiklet trafiği var. Gürültü ve hava kirliliği yok denecek kadar az. Bugün Doğu Türkistanın başkenti olan Urumçi, asırlarca Çin ordularının dinlenme, eğitim ve ikmal merkezi olmuş.

Diğer tarafta Urumçi göçebe Uygurların yerleşim alanıdır. Bu şehre asırlar boyu Çin ipeğini Avrupaya taşıyan, İpek yolunun kuzey güzergâhı üzerinde doğal bir ulaşım merkezi görevi verilmiş.

Günümüzde Urumçi, coğrafi konumunun kazandırdığı üstünlük ve avantajıyla siyasi başkent yapılmış. Kara, hava ve demiryolu ulaşım yollarının kesiştiği stratejik önemi olan bir şehir. Yarıya yakını Müslüman olan üç milyonluk Urumçi, Şincanın en kalabalık şehri.

Pasaport kontrolü ve kriminal incelemelere taş çıkartan arama, yoklama ve x-ray sistemden geçtikten sonra gümrükten çıkabildik. Zor bir memlekete geldiğimiz kesindi. Yüksek tavanlı oldukça geniş salonlu ve büyük bir havaalanındaydık. Dış hatlarda en uzağı İstanbul olan çoğu yakın Bişkek, Almatı, karaçi gibi komşu ülke şehirlerinden gelen uçaklardan başka göremedik. Tabelalarda gördüğümüz Arap alfabesinin burada kullanılması bizi sevindirdi. Türkistanda İslami yazının Uygur lehçesiyle yazılması bir kolaylıktı ayrıca bizim için.

Kapıda bizi üç kişi bekliyordu. Genç bir Çinli hanımefendi elini uzattı:

-Hoş geldiniz! Ben Dong Fangyuan, tercümanınızım.

-Hoş bulduk dedi Emre bey ve bizleri takdim etti.

-Dong soyadım, Fangyuan da adım. Ama siz bana Seçil diyebilirsiniz!

Bu adı bana Ankarada bulunduğum iki yıl boyunca Tömerde Türkçe öğretmenim verdi.

Bu arkadaş da kameramanımız Şin Şav Len. Kendisi Müslüman asıl adı EBUBEKR. Siz ona Ebubekir de diyebilirsiniz, Bu da şoförümüz!

Üçü de bize sempatik geldiler.

Minibüsümüz otele doğru yola çıktı.

Emre beyle aramızda Çinceye aşina olan Ediz beyler tercümana sorular sorarak sohbeti ilerlettiler.

-Fangyuan’ın anlamı, güzel kokulu bitki yani kekik gibi bir şeydir.

Nihaav: Merhaba

Haav: Güzel

Hıınhaav: Çok güzel

Şiyeşiye: Teşekkür ederim

Nidamın zi: adınız nedir?

Dubuçi: Afedersiniz

Ve otel yolunda öğrendiğimiz son kelime de:

Cu nii have kav: Afiyet olsun

Ayaküstü not alıp kullanmaya başladığımız bu kadar Çince bize yeterli geldi.

Kalabalık yollardan ve yoğun trafiğin içinden sıyrılıp bir otel önüne geldik. Eşyalarımızla birlikte inip içeriye girdik. Bizi asıl gurubun başı olan omzunda çantasıyla tipik bir Uygur, Veli bey bekliyordu. Kucaklaştık. Biz onu oda bizi anlıyordu. Şive ve fonetik farklılıklarda da tercüman Seçil hanım araya giriyordu. Bavullarımızı odalara bırakıp programı uygulamak üzere tekrar aşağıya iniyoruz.

 

QARLUQLAR VE TALAS ZAFERİ

Verilen sınırlı serbest zaman dışında gün boyu daima bu arkadaşlarla birlikte olacaktık.

İlk ziyaretimiz Karluk-Qarluq Teknoloji şirketine oluyor.

Karluk yetkilileri bizi açıklamalar yaparak gezdirmeye başlıyorlar. Genç bir Uygur bize İngilizce, şirket ve ürettikleri hakkında bilgi-birifing veriyor. Sonra ikramda bulunuyorlar: küçük dilim kavun ve üzüm. Dışarıda hava sıcak, bunun için de küçük şişe sular dağıtılıyor. Karluk ne demekti, Çinin en büyük teknoloji şirketinin adı olan bu kelime Çince değildi

Karluk’lar İslamiyeti kabul eden ilk Türk topluluğudur. Bugünkü Özbeklerin atası.

Kaşgarlı Mahmud’un Divan-ı Lügat-ü Türk kitabında Karluk’lar için: Göçebe Türklerden bir bölüğün adıdır, Oğuzlardan ayrıdırlar. Devletlerinin merkezi Balasagun’dur. Der.

 Qarluq’un Türkçe anlamı, Karlık-kar yığını demektir. Karluklar bize çok ilginç geldi. 751 yılında Müslümanlarla Çin imparatorluk ordusu arasında geçen Talas savaşında henüz Müslüman olmadıkları halde İslam ordusunun yanında Çinlilere karşı savaştılar ve zaferde büyük payları oldu.

Çin, ipek yolu ticaretini ele geçirip Türkistan’a hâkim olmak istiyordu.

Emevilerin yıkılmasından bir yıl sonra Kırgızıstan’da Talas ırmağı kıyısında Müslümanların ilerlemesini durdurmak isteyen Çin ordusuna karşı Eba Müsim Horasani’nin gönderdiği Abbasi ordusuyla anlaşan Karluklar, Talas meydan muharebesine katıldılar. Harp beş gün dürdü. Talas savaşından sonra Türk boyları uzun bir süre Çin baskısından kurtuldular. İslamiyet Turaniler arasında hızla yayıldı. Arıca Türkler Abbasi hilafetinin askeri ve siyasi kadrolarında yer almaya başladılar.

Talas zaferi kültür tarihinde de önemli gelişmelere yol açtı. Savaşta esir alınan Çinliler vasıtasıyla, Çin dışında kağıt ilk defa Semerkentta imal edildi. 794 yılında Bağdatta kağıt imalathanesi kuruldu. Ayrıca kağıt Avrupaya Endülüs ve Sicilya üzerinden ulaştırıldı.

Gezimiz program aksamadan sürüyor. Şincan Uygur Özerk Bölgesi-Otonom reyonu Müzesini geziyoruz. Her boyun bir toteminin olduğu dönemlerden, mumyalanmış cesetlere, çanak-çömleklere, temren, ok ve kargılardan İslam’la şereflendiği çağa kadar bulunan eserler sergileniyor.

Karluklar, Asya kıtasındaki İlk Müslüman Türk devleti olan Karahanlılları, diğer boylarla da birleşerek kurmuşlar.

  İkinci gün otelde sıra dışı ve hiçbirimizin alışık olmadığı kahvaltıdan sonra 66 numaralı bir Ortaokulu ziyaret ediyoruz.

 

TÖRENSEL ve GÖSTERMELİK BİR LEYLİ-MECCANİ

Urumçide trafik yoğun ve hava sıcak.

Aracımızın yaklaştığı kurumların kapıları, önceden haberli olduklarından açılıveriyor ve ana giriş kapısına en yakın yere park ediyoruz. Biz onlara yaklaşırken kapı görevlileri resmi kıyafetleriyle bir sıra olup ayağa kalkıyor ve hürmetle duruyorlar.

Müdür ve öğretmenlerle tanıştırılıyoruz. Hem laboratuar ve sınıfları dolaşırken anlatılanlara da kulak veriyorduk.

“Burada eğitim gören, tamamı 13 ayrı etnik gruba mensup çocukların hepsinin yemek, içmek, yurt ve kırtasiye masrafları devlet tarafından karşılanıyor. Bu onlar için iftihar konusu. Oysa uygulama bize hiç de yabancı değil. Hem Osmanlılarda hem de Cumhuriyette Leyli meccani-parasız yatılı mekteplerimiz eğitime devam ediyor. Ailelerinin ekonomik durumları iyi olmayan çalışkan ve başarılı öğrenciler bu okulları doldururlar.

Müdür anlatıyor “Uygulamalı spor ve bilimde öğrenciler Şincan genelinde dereceye giriyor ve rekor kırıyorlar. 36 sınıfı olan 900 öğrenci mevcutlu bir okul. Bu öğrencilerin yarısını Uygur çocukları, diğer yarısını da Urumçide yaşayan 13 ayrı etnik guruba mensup çocuklar teşkil ediyor. Her sınıfta sekiz öğretmen ayrı branşta eğitim veriyor.

Birleşmiş Milletlerin 17 ülkesinden gelen gazetecileri de bu okulu görmeye getiriyoruz. İmtihanla girilen ve genelde tercih edilen bir okuldu.

Han Çinlileri dışında Çin Halk Cumhuriyetinde yaşayan herkes azınlıktır. Öğrencilere Çince eğitim verilir, Çince öğretilir. Gazeteciler onlarla Çince-Uygurca ve İngilizce söyleşi yapabilirler.

Duvarda kocaman renkli bir fotoğraf Çin Cumhurbaşkanı da 2004 yılında okulumuzu ziyaret etti ve bakın öğrencilerimizle de fotoğraf çektirdi!”

 Bizi gezdiren rektör,ayrıntılara kadar heyecanla anlatıyor.

Yaratılış gerçeği yerine verilen Evrimle ilgili tabloyu burada da görüyoruz. Hayali resimlerle Türkiye ortaöğretiminde verilen ve yıllar önce çürütülen Evrim Teorisi Yalanı, Çin Halk Cumhuriyetinin okullarında 12 yaşından itibaren verilmeye başlıyor.

Duvar boyası dökülen köhne bir okul binası.

Biz kapıya yaklaşırken spor kıyafetli bir genç koşarak yanımızdan geçiyor. Takip ediyoruz, kalabalık binaya girerken, sözde antrenman yapan genç tek depardan-çıkıştan sonra duruyor. Sonra da yürüyerek alandan çıkıyor. Göstermelik görevi bitmiştir. Sarı boyalı sınıfları dolaşarak avluya çıkıyoruz. Elastik bantlarla adale geliştiren minder egzersizleri spor hocalarının denetiminde veriliyor. Azınlıklara mensup başarılı öğrenciler için devletin ücretsiz olarak dağıttığı kitap-defter-kalem gibi ders malzemelerinin deposuna kadar gösteriyorlar. Gayretlerini ve ilgilerini kutluyor ve onları tebrik edip ayrılıyoruz.

 

URUMÇİDE EN ÇOK SEVİLEN ADAM: MEMATİ

Öğlen yemeği için Kırgız’ların işlettiği lokantaya gidiyoruz. Şoförümüz, kameraman, tercüman ve Komünist parti bölge ileri gelenlerinden Veli beyle birlikte, biraz da taşra gazinolarına benzeyen lokantada ilk yemekte birlikte oluyoruz.

 Önceden rezervasyonu yapılmış olan masamıza yakın, ortada yuvarlak ve yüksek bir platform üzerinde çapan giymiş iki genç bizim bağlamalara benzeyen kopuzla mahalli havalar çalıyorlar. Ortada parıltılı kıyafetleriyle kültür-fizik yaparcasına bir kız oynuyor. Genç kızda makyaj yok, hareketlerinde bir cazibe ve tahrik yok. Oyun görevi dışında çevresindekilerle bir ilgisi yok. Fakat program bitiminde iyi alkış alıyor.

Urumçi şehir merkezinde dolaşıyoruz. Erkek kıyafeti satan mağazanın önünde Polat Alemdarın boy resmi asılı. Kurtlar vadisi ile Acı hayat dizilerinin Uygurcaya dublajı yapılmış, zevkle izleniyor. Asık suratıyla, yüzünden düşen sinek bin parça Memati Urumçide en çok sevilen adam. Gel de çatlama! Başka bir mağaza girişinde gravat-ceket şık bir adamın, suikaste uğramadan önceki boy fotoğrafı: İbrahim Tatlıses.   

Giriş kapısında BAZHAR yazan Uluslar arası pazarda orta ve güney Asya’dan gelen mallar satılıyor.

Programa göre biz bir ziyaretten diğerine koşturuyoruz. Arkadaşlarımızla danışa gülüşe samimiyet ilerliyor ve bütünleşiyoruz. Biz minibüste “Mihriban’ı” mırıldanırken grubumuzun prezitenti-başkanı Veli Bey de, eğitimli sesiyle şarkı söylemeye başlıyor. Meğer Veli Bey’in babası evlerinde namaz kılar ve Kur’an da okurmuş. Kendisi de maşallah Çin-Şincan bölgesi bir numaralı üst düzey tekparti görevlisi.

Sıra “Sosyal Bilimler Akademisi Uzmanlarının” bize vereceği seminerde.

Bu eğitim kurumunun diğer adı “İçtimai Fenler Akademisi”.

 

İÇTİMAİ FENLER AKADEMİSİ

Akademi başkanı Van Ley ve diğer öğretim üyeleriyle tanışıyoruz. Akademi hocaları arasında Müslüman Uygur, Kazak, Tacik ve Kırgız’ların da olması bizi memnun ediyor. Habibullah Abdusselam ve Gayret Abdurrahman’la uzun bir masanın etrafında karşılıklı oturuyoruz. Önümüze ikram için düzgün kesilmiş kavun dilimleri ve birer küçük şişe su bırakılıyor.

Bu akademi 1981 yılında kurulmuş. Geçen sene bu tarihlerde 30. kuruluş yıl dönümünü kutlamışlar. Şincan-Şarki Türkistan tarihi yazılmış hem Han dili-Hanzoca, hem de Uygurca yayınlanmış. Bazı endişelerimizin cevabını bu özgür olduklarını düşündüğümüz ilim adamlarının dilinden işitmek istiyoruz.

Emre Bey soruyor:

-Şincanda veya Çin’in diğer köşelerinde yaşayan Uygur Müslümanlarının pratik hayatta sosyal sorunları var mı?

Anlatmaya başlıyorlar:

-Şincan Özerk Uygur Bölgesinde-ama bu bölge Türkiyenin iki misli genişlikte-farklı dil, din ve etnisiteye mensup 13 gurup farklı toplum bir arada yaşıyor.

Biz ilave ediyoruz:

-Tabi en kalabalık topluluk bölgenin sakinleri ve esas sahipler olan Uygurlar en büyük kitle oluyor. Bunların neresi azınlık?

-Çin halkı dışında her toplum azınlıktır.

Çin anayasasında bütün azınlıklar aynıdır ve eşit statüdedir. Ülkede üç siyasi yönetim tarzı vardır. Eyaletler, Özerk Bölgeler ve Belediyeler.

Çin, dünyada en çok kanunların uygulandığı bir ülkedir.   

Şincan’da refah toplumu olma ve Modernleşme önemli ve öncelikli hedefimizdir.

Azınlıklar da Modernizmle Refah toplumuna geçecekler. Fakat onların örf, adet ve dini gelenekleri Modernleşmeye engel oluyor.

-Yoksa, Modernizm asimilasyonun yeni tarzı mıdır?

-Hayır, biz uyumlu şekilde bir arada yaşamak istiyoruz. Pekin merkezli hükümet sosyolojik açıdan ilmi araştırmalar için çok para harcıyor. Bakın Şincanda yaşayan 13 azınlık gurubun Edebiyat Tarihleri yazıldı ve yayınlandı.

Emre Bey sorular arasında bir hatırlatma yapıyor.

-Bakın, bizde de yıllardır Türk-İslam Birliği üzerinde ciddiyetle çalışılıyor. İnşallah bu emekler sonuç verecek ve Dünya İslam Birliğine açılan kapılar aralanacak.

Totalitarizm miadını doldurdu. Bir Arap Baharı yaşanıyor. Rusyada da hızlı bir dönüşüm başladı. Moskovanın beş miyonluk nüfusunun bir milyonu Müslüman. Ülkede 28 milyon Müslüman yaşıyor. Rusya İ.K.Ö’ye üye oldu. Çin Halk Cumhuriyetinde bu gün nerdeyse 100 milyon Müslüman yaşıyor. Çin de mutlaka İKÖ’ye üye olmalıdır. İslam ülkeleri yeraltı ve yerüstü servet zengini. Bu yakınlaşma Çin için yeni açılan sosyal alanda çok büyük ekonomik ve sosyal fırsatlar oluşacak.

İslam Birliğinin Selahaddin Eyyubi ve Osman Gaziyle yaşanmış nesnel bir örneği var. Bu inşallah yine mümkün olacak!

Dikkatle dinleyen akademi başkanı tercüman aracılığıyla simultane cevaplar veriyor.

-Bugün kurulacağını söylediğiniz İslam Birliğinin siyasi bir temeli yoktur!

Çünkü Müslümanlar paramparça. Birbirleriyle de didişiyorlar. Dilleri, alfabeleri, örfleri-adetleri, hayata bakışları, beklentileri ve yönetimde siyasi sistemleri birbirinden farklı.

Bize göre bugün İslam Birliği imkansız! Dünyayı bekleyen böyle bir alternatif yok!

Buna karşı da Çin’in yıllardır başarıyla çalışan Şanghay İşbirliği Örgütü var.

Karşılıklı itiraz ve tekliflerle konuşma uzayınca başkan son cümlesini söyleyip Hol’e çıkıyor.

-“Dünyada artık etnik ve dini değil, karşılıklı çıkarlar üzerinde birlikler oluşabilir!”

Kifayet-i müzakere işareti yapılıyor.

Teşekkür ediyor ve bu nazik ilim heyetinden vedalaşıp ayrılıyoruz.

Ancak bu ziyaretten bir gün sonra internete bir mesaj düşüyor:

“Çin Halk Cumhuriyeti İ.K.Ö.-İslam Kalkınma Örgütüne Gözlemci olarak katılmak için dün başvuru yaptı.”

Memnun oluyoruz.

  

KAŞGAR PİLAVI

Şincanda her yıl periyodik olarak açılan “Urumçi İnternasyonal Fuarı”nı gezdiriyorlar. Sonra da Fuar bağlantılı lokantaya geçiyoruz. Masamız önceden rezerve edilmiş.

Selfservis Kaşgar Pilavı bana yetiyor.

Arkadaşlar, yarısı yedi çeşit yemeklerden, ot ve köklerden tadımlık alıyorlar. Meğer gazino-lokanta karışımı bir mekâna getirilmişiz. Kız-erkek otuz kişi sahnede dans ediyor. Boynunda piton yılanıyla bir hanım çıkıyor, oryantal danslar başlıyor. Kısa aralıklarla oyunculardan biri gidip diğeri geliyor. Mahzun Kırmızıgül, bir dörtlük arabesk söylüyor. Tenor sesinden onu tanıyoruz. Arkasından da “Darıldın mı cicim bana!”

Urumçi nere, Yenikapı gazinoları nere?

Gurubumuzla birlikte program bitmeden bu çok gürültülü lokantadan ayrılıyoruz.

Şincan-Şarki Türkistan Uygur şivesinde çok tanıdık kelimeler var. Dillerinde RAHMET, yani Teşekkür ederim. Yine konuşma pratiğinde MERHAMET, yani lütfen!

Ne güzel vurgular.

 

UYGURLAR VE DONGANLAR

Program gereği gittiğimiz her kurumda bize resmi heyet muamelesi yapılıyordu.

Verilen serbest zamanda herkes farklı bir işe girişirken biz de Mehmet Doğan Bey Kardeşimle birlikte akşam namazını kılmak için otele yakın bir cami aradık. Yeni yapılan dev gibi binaların arasına büzülmüş bir Uygur camisi bulmuştuk. Birlikte cemaat namazı kıldık, sonra da imam ve cemaatle konuşmaya çalıştık. Cami restore ediliyordu. Üst kat duvarlarda taze boya kokusunu genzimizde hissediyorduk. İmam cami hakkında açıklama yaptı. Ayrılmadan önce tamire katkı olarak ikramda bulunduk.

Ne Uygur ne de Dungan’ların camiinde 18 yaşın altında çocuk göremedik. Ramazan ve Kurban bayramları hariç 18 yaş altındaki çocukların camilere girmesi yasak imiş. Binlerce insanla birlikte kıldığımız Cuma namazında da babası tarafından elinden tutup getirilmiş bir Müslüman çocuğu göremedik. Oysa Modern pedegojide çocuklar üç yaşından itibaren format kazanmaya başlar. Almanyada yuvalar-Kindergartınlar okul öncesi üç yaşında çocukları kabul ederler.

Burada dinen mükellef-reşit olsun veya olmasın, 18 yaşına kadar bir Müslüman çocuğu camiye bile giremiyor.

Döngen camisi deyip bıraktık. Döngen-Dönme veya şive farkıyla Dungan Müslüman Çinlilere verilen ad.

Bizim kameraman Ebubekr gibi Bunlar Hui’lerden. Baba tarafı Çine gelen Müslüman tüccarlar,-Arap ve Batı Türkistan tüccarları- ana tarafları da yerli Çin hanımları. Huiler Çinin her tarafında on milyonları aşkın nüfuslarıyla yaşıyorlar.                 

 

URUMÇİDE BASIN VE GIDA SEKTÖRÜ

Bugün de “Sincan Eğitim Materyelleri Basmevini” ziyarete gidiyoruz. Sonra da Radyo-Televizyon Yayın İdaresinde inceleme gezisindeyiz.

Şİncan televizyonu dokuz kanaldan yayın yapıyor. Altı kanal Uygurca, Üç kanal da Kazakça. Dublaj yapılan stüdyolara giriyoruz. TV genel kontrol merkezinden görüntüler belirli yayın frekansıyla internete veriliyor böylece izleniyor ve dinleniyor.

Şincanda 5 dilde yayın yapan toplam 11 adet radyo kanalı var. Elbette başta ortak dil Çince yani Hanzoca, sonra da Uygurca, kazakça, Mogolca ve Kırgızca. Dev bir salona alınıyoruz, açıklama peşinden de gösteri yapılıyor.

Televizyonun Uygurca kanalında çok reklama yer veriliyor. Hele bir “Abide Meşrubat” var ki; tanıtıcı ve taciz edici reklemı saat başı tekrarlanıyor.

Genç arkadaşlarımızda Altuğ ile Ediz Beyler kısa zamanda, üç kelimelik Çince cümle kurmaya başladılar. Emre Bey işaret ederek:

-Abi bak, bizimkiler Hanzolaşmaya başladılar.

Gülüşüyoruz.

Çin Halk Cumhuriyetinde özel T.V. veya Radyo kanalı yok. Bütün yayın organları devlete ait ve devletin kontrolünde yayın yapıyor.

Bugün işimiz yoğun. Arman Gıda Şirketi, Uygur İlaç şirketi ve daha çok kamyon ve TIR üreten bir motor ve otomobil şirketini gezip incelemelerde bulunuyoruz.

Arman Gıda Şirketinde geleneksel Uygur gıda maddeleri üretiliyor. Farklı üniteleri uzman refakatinde geziyoruz. Türkiye’den başta Ülker’le birlikte, Saray ve Pınar başta olmak üzere altı ayrı Türk ürünü ithal edilmiş.

Komünizmin tekelciliğini delen ekonomik sistem demek usulca liberal kapitalizme dönüşüyor.

Özel teşebbüse güzel bir örnek: Arman kurucuları 1995 yılında önce bir küçük süpermarket kurmuşlar. Sonra kuru yiyeceklerde kuru yemiş ve cevizi hammadde olarak kullanmışlar.

Tıbbi hijyene azami riayet ederek steril gömlek, galoş, maske ve takkeleri giyerek imalathaneden içeriye giriyoruz.

Başka serin bir salonda bize başta su olmak üzere ikramda bulunuyorlar.

Minibüste sıradan muhabbet sürüyor. Tercümanımız Seçil hanım anlatıyor: Yasal olarak şehirde yaşayan bir aile tek çocuk sahibi olabilir. Müslüman, Budist veya Tao dinine mensup Etnik guruplar ise köylerde yaşıyorsa 2-3 çocuk sahibi olabilir. İzin bu kadar. Yoksa kaç aylık olursa olsun, ya kürtajla veya başka şekilde yaşamasına izin verilmez. Aile cezalandırılır. 

 

HIIIN HAAV-ŞİYEŞİYE

Memlekete hediye olarak, Hotan ipeği ve atlas başörtülerle Hotandan çıkarılan yeşim taşından bilezikler alalım istedik. Emre Beyle birlikte kapısı meydana bakan meşhur bir Çin bankasına giriyoruz. Niyetimiz iki yüz yuro ve yüz dolar verip yerine Çin parası Yen almaktı.

Merhum Turgut Özal’dan önce Türkiye’de üzerinde yabancı para bulunan vatandaş cezaya çarpılırdı, hatta hapis yatardı. Şimdi Sakarya meydanında para bozduranlar dolaşırlar, ayaküstü dövizi verir ve anında paranızı alırsınız.

Çinde tam kırtasiyesi bol bir bürokratik işleme tabiymiş. 

-Nihaaav! Merhaba diyoruz.

Yarım ağız ve yüzümüze de bakmadan,

-Nihaav! Diyor.

Değiştireceğimiz dövizi gösteriyoruz.

-Haav!-Güzel diyor.

-Şiye şiye-Teşekkür ederim.

Meğer Çin muamelatta daha betermiş. Para bozduracağız onlar önce pasaportumuzu istiyorlar. Veznedar hanım başka bir görevliyi çağırıyor fotokopileri alınıyor pasaportlarımızın. Biz kuzu gibi bekliyoruz. Memure asık suratlı bir hanım. Çok ciddi bir bürokratik işlemi yavaş çekim sürdürüyor. Cam altından bize her yüzlük için üçer sayfa uzatılıyor. Boş yerleri dolduruyor ve sağ köşesine imzalarımızı atıyoruz. Tekrar umut ve sıkıntıyla bekliyoruz.

Biz işlemlerin nihayet tamamlandığını yenlerimizi alıp çıkacağımızı sanırken Bölümün müdürü geliyor. Mührünü çıkarıyor ve bizim doldurduğumuz evrakları inceledikten sonra mühürlüyor. Kasanın önüne çağırıyorlar. Veznedar verdiğimiz yabancı paraları son bir kere daha inceliyor.

Nihayet Yenleri yavaş yavaş sayıp cam altındaki çukurluktan bize uzatıyor.

Tam bir saatte yüz dolar gibi küçük bir para uzun bir işlemden geçtikten sonra karşılığı Yen olarak bize uzatılıyordu.

Derin bir nefes alıyoruz. İllellah diyoruz ikimiz de. Serbest zamanımız heba oluyor. Yine de usulen teşekkür edip ayrılırken bizi uzun uzun bekleten şerefsiz veznedar alay eder gibi el sallıyor ve teşekkür ediyor:

 

-Şiyeşiye! Şiyeşiye!

-Şiyeşiye diyoruz. Hem de sülalenizi Şiyeşiye!

Yanlış anlaşılmasın, doğru tercüme edelim. Adamın tüm ailesinin ayrı ayrı hatırını soruyor ve ona hasseten teşekkür ediyoruz.  

 

BİR KAHVALTI KLASİĞİ

Kahvaltı salonuna girerken çekik gözlü biri bize Merhaba diyor.

-Nihaav!

-Nihaav! Diyoruz.

Bizim için hazırlanan masamızda sarı ve cıvık bir şişe Çin balı. Zeytin ve peynir yok. Dilimlenmiş salatalığa memnun oluyoruz. İnanmayacaksınız ama çayda kaynatılmış rafadan yumurta. Kızarmış peksimet, bir kanne siyah ve yeşil çay, koyu renk tatlı kekler, börülce, sosist ve benzerleri masaya dizilmiş. Seç, beğen, al.

Çinlilerde süt kültürü yok. Adamların damak zevkleri başka.

Uygurlar yoğurdu küçük kulpsuz kâselerde içiyor. Çinliler de ancak şeker katkılı yoğurdu yiyebiliyorlar.

Uygurlar yılkı eti yemez ve kımız içmezler.

Etnik guruplar içinde Kazaklar ve Kırgızlar at eti yer ve kımız içerler.

CU Nİ HAVE KAV-Afiyet olsun.

Ee, böyle kahvaltıdan sonra biz de azıcık Hanzolaşalım!

 

URUMÇİDE İSLAM ENSTİTÜSÜ

Başkent Urumçide son ziyaretlerimizi yapıyoruz. Tercüman Seçil hanımın bize verdiği Programa göre önce Şincan Sanat Tiyatrosu sonra da Şincan İslam Enstitüsü. Yanlış duymadınız Komünist Çinde İslam Enstitüsü. Oh, Elhamdulillah!

Sanat tiyatrosunda kayda değmez bir-iki demode gösteri, o kadar.

Yoğun Urumçi trafiği içinde son uğrağımız İslam Enstitüsü oluyor.

Minibüsümüz kapıdan girerken, merdivenlerin önünde başında sarığıyla iri-yarı bir Uygur bizleri bekliyordu. Maşallah Sumo güreşçisi gibi bir rektör. hoş geldiniz diyor. Ben Nurbekri.

Bu İslam Enstitüsü yalnız Urumçinin değil, Şincan özerk bölgesinin tek okuluydu. Üst katta bir salona alınıyor ve tanışma faslına geçiyoruz. Hocaların hepsi de sakallı ve başlarında Uygur takkeleriyle oturuyorlar. Bizi onlara isimlerimizle tanıştırıyorlar.

Karşımızda rektör Nurbekri, okul hocalarını tanıştırmaya başlıyor. Yakupcan Aziz, Abid Hacı, Abdulkahhar, Abdulahad, Abdulazad, Abdulhamid Ramazan Hacı.

Burası Şincanda bütün farklı etnik guruplara din kültürü veren tek okul.

Enstitü 1987 yılında kuruldu. Bu Enstitü bir devlet okuludur. Rusya daha önce uyanmış ve Moskovada ilk İslam Enstitüsü 1960 yılında kuruldu.

Urumçi İslam Enstitüsünde 52 öğretmen ve 200 öğrencisi var. Şincan Özerk Reyonunun değişik şehir ve köylerinden gelen talebeleri eğitiyor.

Amaç: Sistem içinde ve sistemin verdiği izin kadar din eğitimi vermek.

Talebeler erkek olacak ve 18 yaşını bitirmiş olacak.

Derslerin yüzde 70’i din dersi, yüzde 30’u da kültür dersleri olarak veriliyor.

Din dersleri arasında öncelikle Arapça, Kur’an, Tecvid, hadis tefsir ve Akaid.

Toplam 16 ders okutuluyor.

Kültür dersleri arasında ortak dil Çince, coğrafya ve siyaset. 

Urumçi İslam Enstitüsünden mezun olan gençler memleketlerine dönerler ve devlet denetiminde verilen görevde çalışırlar. İsteyenler burada kalır ve kariyer yaparlar. Bu okuldan önce İmam-Hatip, sonra da müderris yetişiyor.

Kuruluşundan beri toplam 812 öğrenci buradan mezun oldu. Enstitünün kuruluşundan beri 35 talebemizi üst eğitim için Mısır’a gönderdik. Her yıl belirlenen kontenjan kadar Hicaza gidecek olan hacı adaylarına da bu mezunlar ders verirler.

Kıdemli imamlar ancak 18 yaşından büyük gençlere camilerde ders verir ve iyi birer Müslüman olarak yetiştirirler.

Sincanda 24 bin mescit ve içinde ders okunup ibadet edilen 8 bin büyük cami var. Halkının büyük ekseriyetinin Müslüman Uygur olduğu Şincanda bugüne göre 26 bin imam var. Ayrıca kendilerini dini hizmetlere adayan binlerce hayırsever gönüllü çalışırlar. Yerel İslami dernekler ve burada eğitim veren alimlerimiz var. Mezun olan talebelerimiz, ülkenin neresinde ihtiyaç varsa görevli olarak o şehre gönderilir.

İki öğrencimiz Pakistandan döndüler. Mısırla yapılan üst düzey kültürel işbirliği anlaşması üzerine azınlık etnik Müslümanlarından 35 kişi şu anda eğitime devam ediyorlar.

Tibet Özerk Bölgesinde çocuklara 3 yaşından itibaren Budist tapınaklarında dini eğitim başlıyor.

Müslüman çocuklarının neden 18 yaşından önce din eğitimleri yasak. Neden 18 yaşından önce Müslüman çocuklarının camiye girmesi yasak. Büluğ yaşından önce dinin hayat ve ötesine ait prensipleri öğretilmelidir. Materyalist programla ilk ve orta tahsilde eğitilen 18 yaşındaki Müslüman genç için din eğitimi çok geç.

Rektöre soruyoruz.

-Erken yaşta Müslüman çocukları ilk temel Kur’an eğitimini kimden ve hangi okulda öğreniyorlar.

Rekrörün cevabı:

-Evlerinde ana-babalarından öğreniyorlar.

-Peki ana-babaları kimden öğreniyor?

-?

Aksakallı Mehmet Doğan, başkanın şahsında böyle bilimsel ve inandırıcı cevaplar veren heyete teşekkürlerini sunan birkaç cümle söylüyor.

Camide rahleler üzerine konan kitaplarını okuyan gençlerle konuşuyoruz. Şadırvan ve duş-gusl kabinleri herhelde yıllar önce bir kere kullanılmış.

Avluda ayrılmadan önce Urumçi İslam Enstitüsü Hocalarıyla hatıra fotoğrafı çektiriyoruz.

 

KAŞGAR RUZNAMESİ

Urumçi havaalanına giderken yol boyunca kenarlarında ince minarelerin yükseldiği mescitler ve m aynı ülke içinde başka bir şehre gidiyoruz. Gurup biletlerimizi alıyoruz. Hayatımda bir gümrükte bu kadar arandığımı hatırlamıyorum.

Güvenlik kontrolünden geçmek üzere sıraya giriyoruz.

Önce çanta ve bavullarımız sonra da biz ayakkabılarımız çıkartılmış halde x-Ray sistemlerden bol miktarda radyasyon alarak geçiyoruz. Ayakkabılarımızı ve kemerlerimizi çıkarıyoruz. Dedektörlerle yoklanıyor.

Memurların bizi hanım biri bey. Arama kastıyla yapılan bu kadar palpasyon ve perküsyon Emre beyi isyan ettiriyor.

- N’olyo lan! Hop-hoop, ne bu samimiyet!

Yerli-yabancı demeden bütün yolcular bu muameleden geçiyor. Zorlukla salona girebiliyoruz. Dar vakti değerlendiriyoruz. Küçücük bardaklarıyla iri bir çaydanlık içinde Yasemin çaylar geliyor. Biri kappuçino içiyor ikisi sade kahve.

Çin uçağıyla havalanıyoruz. Dilimizde:

“Subhanellezi Sahhara lene heze va me kunne lehu mukrinin. Va inne ile Rabbine le Munkalibun!”

Taklamakan çölünü kuzeydoğudan güney batıya doğru enine geçiyoruz.

Uçakta kraker, su, meyve suyu ve ekmek dağıtıyorlar. İkrama eyvallah da hizmet Komünist ülkelerde biraz zevksiz, kalitesiz ve gönülsüz yapılıyor. Haksız mıyım?

Önce çıplak tepeler, bitimsiz çöl alan, nehirler, yeşil ve alanlar içinde çok az parçalar halinde verimli sahalar görünüyor.

Kaşgar’a yaklaşırken uçak penceresinden seyrediyoruz yeşillikler çoğalmaya başlıyor. Bozkırlar ve kıraç çöl alanları gerilerde kalıyor. Aşağıda gölet ve nehirler görünüyor. Şehrin girişinde bağ ve bahçeler, tek katlı kutu gibi toprak evler, bağ evleri, mezarlıklar ve sulak alanlar başlıyor

İki saatlik uçuşla Havaalanına iniyoruz.

Onlara göre Kaşgar, Şincan Uygur Otonom Reyonunun önemli bir kenti. Bize göre Şarki Türkistanın merkezi. Devlet başkanı Abdulkerim Satuk Buğra handandan Taklamakandaki deve çobanına kadar bütün bir milletin İslamla şereflendiği Karahanlı Devletinin başkenti, kadim bir ilim ve medeniyet şehri.

1949 yılında Kızıl Çin’in Mao ile başlayan Doğu Türkistanın işgali, Komünistlerin Çin Kültür Reformu veya Uygurlara söyletilen Medeniyet İnkılâbı ile bağımsızlık için direnenler toptan katliamla öldürülürken, yüzlerce cami, medrese ve İslami eser yakıldı, yıkıldı, tahrip ve talan edildi.

Bunların başında türbesi Kaşgarın ortasında bulunan mütefekkir-şair Yusuf Has Hacib’in “KABİRGAH’ı” yıkıldı. Fakat üzerinden asırlar da geçse vefakâr Müslümanlar onun ebedi istirahatgahını yeniden ve daha sağlam inşa ettiler.     

Kaşgar havaalanından çıkışta tekrar güvenlik kontrolünden geçiyoruz. Kapıdan çıkışta bizi iki kişi karşılıyor.

Birincisi rehberimiz Tursungül, diğeri de şoförümüz Ahmet Mahmut. Minibüste tanışıyoruz. Tursungül Kaşgarda rehberimiz olarak görevlendirilmiş. İki çocuk anası. Kocası Müslüman bir Tacik. Şehirde en çok Özbekler Uygurlarla evlenmeyi tercih ederlermiş. Tacikler Farsça konuşuyor. Çocuklarının birinin adı Türkçe Erkal, kızının adı da Farsça Zihan.

Kaşgar, yol kenarı boyunca rejimin bakiyesi çok katlı balkonsuz binalar uzayıp gidiyor. 600 bin nüfuslu büyük bir şehir. Nüfusun yüzde 90’nı Müslüman Uygur. Yüzde 10’u Kazak, Kırgız, Özbek ve Hanzo.

Bugün “Kaşgar Ticaret Fuarı” açılıyor. Hava rutubetsiz ve sıcak. İtfaiye serinlik olsun diye yolları sulamış. Şehrin ortasından, etrafını besleyerek ve serinleterek Kaşgar Çayı geçiyor. Debisi az çaylara kaşgarda da küçük nehir anlamında Müren diyorlar.

-Bakın Bulak suyundan gölet, neçe yahşi...

Şehir merkezinde eski Kaşgar’ı turistik formatta yaşatmak için sit alanı ölçüsünde eski şehir. Yıkılmayı bekleyen duvarın dibinde tek hörgüçlü Asya develeri. Restore edilmiş ev ve imalathaneleri geziyoruz. Seramik eşyalar imalathaneden müşteriye satılıyor. Para bırakmak için taşınabilir büyüklükte tabak ve ibrik alıyoruz. Hiç pazarlık yapmıyor, sanki tabak değil gönül alıyoruz.

Yeşim taşı Hotanda çıkarılır fakat bu taşın ticaret merkezi Kaşgardır. İkibin yıllık bir şehir. Avrupaya ipek satışı buradan yapılır. Buradan develere yüklenir ve kervanlar yola çıkar. Aylar ve mevsimler boyu yolculuk başlar.

İpek yolu üzerindeki en önemli şehir Kaşgar olmuştur. Büyük tüccarlar burada ikamet ederlerdi. Geniş bir bulvarın başında İslami yazıyla bir tabelayı okuyoruz:”Cenubi Tangrıdağı Yolu”

Kaşgarı görmeyen hiç Doğu Türkistana geldim demesin! Kaşgarın dünyada üç adet kardeş şehri var. Bugün de Kaşgar Çin Halk Cumhuriyetinin, Şincan Özerk Bölgesinde turizme açılan en önemli şehridir. Büyüyen şehir maketi üzerinde açıklamalar yapılıyor. Kaşgar, sekiz ülkeyle sınır komşusu. Rehbere göre Kaşgar, Çin’in batıdaki incisi.

İslam öncesi Bilge Kağan ile veziri Tonyukuk arasında geçen bir diyalog nakledilir:

Bilge Kağan:

“Şehirler kuralım!”

Vezir itiraz eder ve karşı çıkar:

“Hayır Göçebe kalalım!”

“Neden?”

“Biz şehirler ve kaleler kurarsak Çinliler gelir yıkar. Çünkü onlar kalabalık, biz azız!”

Ne derece isabet, tartışılır.

Fakat, Dünya tarihini ateşli silahlar bulununcaya kadar göçebe Milletler yazmış.

Eski Kaşgar’ın bugün çevresi apartımanlarla kuşatılmış. Geniş caddelerinin kenarları boydan boya kavak ve iklime uygun meyve ağaçlarıyla yeşil ve kalın bir şerit gibi uzayıp gidiyor.

 

 

      

BALASAGUNLU YUSUF

Türk-İslam Kültür Tarihinin ilk eserlerinden Kutadgubilik kitabının yazarı.

Kutatgubilik, “Kutlu veya Mutlu olma bilgisi, Mutluluğun sanatı veya Mutluluğun Kitabı demektir.

Yusuf Has Hacip Kırgızistanın balasagun şehrinde doğmuş. Temel eğitimini burada almış. 1077 tarinde ve 60 yaşında Kaşgar’da vefat etti. Çağın ilim ve kültür dili olan Arapça ve Farsçayı öğrenmiş. İyi bir eğitim görmüş. Eserin ilk el yazması nüshası Uygurcadır. Eser mesnevi tarzında kaleme alınmış. 6645 beyitlik eser bir ilktir. İlk oluşuyla fevkalade önemlidir.

O günden beri Türkçe yazan yazarların piri Yusuf Has Haciptir.

Doğu Türkistanın 1949 yılındaki işgalinden sonra Mao Kültür Devrimi’nde Kaşgar şehir merezinde cami ve medreselerden önce, kazma-kürek ilk yıkılan Yusuf has Hacibin “Kabirgah’ı” olmuştur.

Kitabın önsözünde bizlere verdiği dersi yeniden paylaşalım:

“Doğan ölür. Ondan eser olarak SÖZ kalır. Sözünü iyi söyle ölümsüz olursun!”

Ondan günümüze nice İmparatorlar, hükümdarlar, cihangirler, Karun gibi zenginler, güçlüler gelip geçti dünyadan. Hiçbirinin adı hatırlanmıyor. Ama şüphesiz “Kutadgubilik” dolusu iyi sözleriyle Balasagunlu Yusuf kıyamete kadar yaşayacak. Çünkü   yazılan her eser, önce yazıldığı Dil’e hizmet eder, sonra da Din’e hizmet eder. Hangi dalda olursa olsun maksat Kutadgubilik’ten alacağımız derse uygun olmalıdır.

Eşsiz bir siyasetname ve nasihatname olan “Kutadgubilik” adlı eserin defalarca Arapça ve Türkçe baskıları yapılmış. 1077 tarihinde ve 60 yaşında Kaşgarda vefat etmiş. Eski Kaşgar şehir merkezinde bulunan anıt mezarını ziyaret ediyoruz. Rehberimiz “Kabirgah’a” geldik diyor.

Huzuruna giriyor, ruhuna bir aşr-ı şerif ve birer fatiha  ikram ediyoruz. Tarihi süreçte Yusuf Has Hacibin mezarı Çin istilasında ve depremlerde defalarca tahrip olmuş. Her seferinde de Uygur Müslümanları Yusuf Has Hacibe sahip çıkarak mezarını yeniden inşa etmişler. 1990 yılında da meydana gelen Kaşgar depreminde duvarları çatlamıştı.

Fayansla döşeli mezarı, dış kapıda kalkanlı-sopalı askerler bekliyorlar. İki yanda salkımların sıralandığı asma ağaçları gölgesinde yürüyerek türbeden çıkıyoruz.   

 

FUAR’DA MAO HEYULASI

   Öğlen namazını kıldıktan sonra toprak kerpiçle yapılmış evler arasından program gereği Çalgı Köyüne giriyoruz.

Tek katlı geniş odada bütün yerel müzik aletleri koleksiyonu, yanında usta elinden çıkmış yağlıboya tablolar ve vernikle parlatılmış ağaç köklerinden hazırlanan heykelcikler. Başka bir odada Taklamakan çölünden toplanıp getirilmiş iri parçalar halinde yeşim taşları sergileniyor.

Merkeze yakın köylülerden bir orkestra kurmuşlar. Her yaştan ve her meslekten köylülerin çalgıcı ve oyuncu olarak katıldığı bir topluluk oluşmuş.

Bizim bağlamaya benzeyen kopuzlarıyla Uygurlar Türkiyede de sevilerek dinlenen bir Azeri parça geçiyorlar:

” Bu gala daşlı gala- Cıngıllı daşlı gala!    

  Gorkaram yar gelmeye-Gözlerim yaşlı gala!”

Kaşgar Ticaret Fuarının şehir panolarında reklâmı yapılıyor. Hatta Ticaret Fuarına katılmak için Türkiye’den bir kafilenin de geldiğini işitiyoruz ama onlarla karşılaşamıyoruz.

Bu gece Kızıl Meydanda, Fuarı canlandıran ve renklendiren büyük bir gösteri yapılacakmış.

Yorgun düşen bazı arkadaşlar otelde kalmayı tercih ederken Doğanla birlikte gidiyoruz. Nasıl bir şeydir bu göster? Toplumsal etkinliği nedir? Misafirlerden çok yerli Uygurlar bu gösterinin neresinde duruyorlar?

Arkada kocaman bir Mao heykeli ve önünde dev bir sahne.

Böyle iri bir heykeli biz başkent Urumçide görmedik. Sosyal psikologlara göre abartılmış cesamette meydanlara dikilen heykeller birer “öcü”dür, dayatma ve halkı korkutma sembolleridir. Sevgiyi ve saygıyı değil nefreti ve korkuyu celbederler. Ülkemizde de buna dikkat edilmelidir.

Ses ve mikrofon sistemi kulak patlatan sesiyle yayın yapıyor.

Uygurca ve Hazoca konuşan iki konuşmacı ellerinde mikrofon, yüksek tonda konuşuyor ve dağı-taşı inletiyorlar. Başlarında yüksek ve sivri başlıkları, renkli kıyafetleriyle kızlar ve milli kıyafetleriyle gençler. Uyumlu olarak bir o yana bir bu yana koşup duruyorlar. Işık oyunları ve arka planda değişen tablolar çarpıcı renkleriyle göz dolduruyor. Komünizmin sembolü hatta bayrağı olarak bildiğimiz orak-çekiç ve kızıl yıldız görüntüsü spot olarak meydanda ve meydana bakan damlarda gösteriliyor.

Fuarı renklendirmek için Mao’nun huzurunda yapılan bu çok gürültülü etkinliği sonuna kadar izlemeye tahammül edemedik. 

   

İYDGAH CAMİİNDE

Daha önce merak saikıyla gelip yoklamıştık. Cemaat henüz gelmeye başlamıştı. Mihrabın ve minberin bulunduğu iç bölüme kadar hazırlanan namazgâh müminleri bekliyordu. Kenarında gölge veren ağaçların yükseldiği arklar ve dar hendeklerden sular çağıldıyor ve tepemizde kuş sesleri.

Kısa süren çarşı gezisinden sonra tekrar geldiğimizde neredeyse İydgah camiine girmekte zorlanıyoruz. Kalabalık içinde grup dağılıyor. Doğanla birlikte içerilere doğru ısrarla yürümeye başlıyoruz. Aranıyoruz. Güneş çok sert ve yakıcı. Saçakların altına yaklaşırken önümüzde ince-uzun bir kilim görüyoruz. Bir ucundan biz diğer tarafından Uygur Müslümanlar tuttular. Beton seki üzerine ve safın sonuna serdik. Gölgeye gelecek şekilde saf olduk ve iki rekat da Tahiyyetul Mescid kıldık.

Hatip Kur’andan ayetler okuyarak açıklamalar yapıyordu. Eğer biraz da yavaş konuşsa cızırtılı mikrofona rağmen onu daha rahat anlayabileceğiz. Arkamızda bir saf daha oluşuyor.

İmamın Euzu-besmele çekince Ayet, kale ya Resulullah deyince de Hadis okuyacağı anlaşılıyordu. Kimse diğeriyle konuşmuyordu. Bakışlarımızla Müslümanlarla selamlaşabiliyor ve müminlerin bayramı olan Cumalarını tebrik ediyorduk.

Hutbe kısa sürüyor. Hatip bizim alışık olduğumuz İslam dünyasındaki gelişmelere değinmiyor. Ne Suriye iç savaşı, ne Irak ve Afganistan işgali ne de Sudan ve Somalideki açlık konuşulmuyor.

Elbette kendi vatanı işgal altında olan bir imam diğer kardeş İslam ülkelerinin İstiklali için ne konuşabilir?

Üstelik camideki ajanlar konuştururlar mı adamı?

Yasak olduğu için camide babasının elinden tutup getirdiği bir tek çocuk göremiyoruz. 18 yaşını doldurduktan sonra Müslüman Uygur çocuğu camiye girebilir.

Dış kapıda kapağı açık şişelere namazdan çıkan Müslümanların bazıları uzaktan üflüyorlar. O sular muhtemelen evde yatan hastalara okunmuş su olarak şifa niyetine içirilecek.

İydgah Camiinin önündeki meydan, heybetli dış kapı ve dağılan Müslümanları bir noktadan seyretmeye başladık. Yol kenarında da üç polis arabası güvenlik(!) maksadıyla namaz sonlanıncaya kadar bekliyor.

En az on bin kişiyle İydgah camiinde tarihi bir Cuma namazı kılmışız.

 

    KAŞGARLI MAHMUD’UN HUZURUNDA

Türkistan’da erken dönem, İslami edebiyatının ilk ürünlerinden mütefekkir Yusuf Has Hacib’in Kutatgubilik eseri Uygurca, Arapça, Farsça ve İngilizce defalarca yayınlandı.

Türk dilinin ilk sözlüğünü hazırlayan Kaşgarlı Mahmud’a karşı hizmetleri dolayısıyla özel bir muhabbet besliyoruz yüreğimizde. Kaşgarlı Mahmut, yıllardır Sözlük üzerinde çalışan Mehmet Doğan için başka bir anlam taşıyor.  Kitabıdır ve fakat kaybolmuştur, günümüze kadar ulaşamamıştır.

Biri el yazması olan “Divanı Lugat-t-Türk” İstanbul’da ve Milet Kütüphanesinde koruma altında, kendisinbin haber verdiği diğer kitabı “Kitabu Cevahiru’n Nahv fi Lügat-üt- Türk” yani Türk Dilinin Nahiv Cevherler. Bu Türkçenin ilk gramer

Kırgızistan sınırı istikametinde yola koyuluyoruz. Yol boyunca sulak vadiler ekili alanlarla dolu. Tepelere çıkıldıkça çölleşme başlıyor. Kaşgar şehir merkezine takriben 50 kilometre mesafede bir köye giriyoruz. Köyün adı Opal. Kaşgarlının doğduğu ve defn edildiği yer.

Kaşgarlı Mahmut Karahanlı Devleti hanedanından bir aileye mensup. Devrin en mükemmel eğitimini veren Saciye ve Hamidiye medreselerinde tahsil görmüş, zeki ve gayretli bir insan. Bütün Türk beldelerini dolaşarak 1072-1074 yılları arasında tamamladı.

 Bakımlı asfalt yoldan yeşillikler içinde, sulak ve engebeli bir yamaca yaklaşıyoruz.

Biz resmi heyetiz ya, telefonla haber verilen görevli Çinli hanım müdür bizi karşılıyor. Abidevi bir taş kapıdan bahçeye giriyoruz. Kaşgarlı Mahmudun beyaz mermerden bir heykeli. Önünde fotoğraf çektiriyoruz.

Bir merdivenin önüne gelip duruyoruz.

-Efendim şimdi 97 basamak yüksekliğinde bir merdivenle yukarı doğru çıkacağız. Kaşgarlı Mahmudun Kabri yukarıda.

Basamak sayısının da bir anlamı varmış meğer. Kaşgarlı 97 yıl yaşamış. Yapılan 97 basamaklı merdivenle huzuruna çıkıyoruz. Türbesi, kendi eseri olan Mahmudiye Medresesi, Cami, Müze, iri gövdeli yaşlı ağaçlar ve soğuk suların coşkuyla aktığı çeşme ile tam bir külliye.

Kaşgarlı Mahmut külliyesi 1986 yılında koruma altına alınmış. En son da 2006 yılında devlet eliyle yapılmış. Komünist Çin bu avantajla İslam ülkelerine açılıyor. Kabirgahına yakın, çevresi kuşatılmış ortada tek kökten çıkan ve zeminden itibaren kalın dallara ayrılan yaşlı bir ağaç, menkıbeye göre Kaşgarlı Mahmudun Opal’a ikl dönüş yılında ve 89 yaşındayken yere sapladığı asa’sı veya bastonu imiş. Yerel tanımlamayla bu ağacın adına;

  “Hayhay Tirek” diyorlar.

Mezarı başında önce Yasin-i şerif, sonra da birer fatiha okuyoruz. Uygur geleneğinde erkeğin mezarı iki kademe olurmuş. “Nasıl geldiyse öyle gider” anlamında mezarlar beşiğe benzetilirmiş.

Baş kısmında Kaşgarlı Mahmudun doğum ve ölüm tarihleri yazılı: (1008-1105). Mehmet Doğan Bey Türk dilinin pirinin mezarı başında kısa bir konuşma yapıyor.

Babası Muhammed Hüseyin, anası Bibi Rabia.

Karahanlı Devlet hanedanına mensup bir aileden geliyor. İyi bir eğitim görmüş. 1057 yılında gerçekleşen bir saray darbesiyle babası ve yakınları zehirlenerek öldürülmüş.

 O da Canını kurtarmak için Kaşgarı terk etmiş ve yeni çevrelerde kendini bir ilmi araştırmacı olarak tanıtarak bütün aşiret ve obaları dolaşmış. Günlük konuşma dilinden gramere kadar kaynağında bulduğu her belgeyi, sözü, deyimi, anlamlarıyla yazmış.

Menkıbeye göre Kaşgarlı Mahmut, yıllarca devamlı gezdi ve yazdı. 1072 den 1074’ kadar Divan-ı Lügat-üt-Türk kitabını tamamladı. İlk nüsha ilim ve kültür dili olan Arapça olarak yazılmış. Kaşgarlı Mahmut, Abbasi Hilafet merkezinde Halife Ebul Kasım Abdullah’a kitabı hediye etti.

“Türklerin saltanatı çok uzun sürecek, Araplar Türkçe öğrenmeli!” diyordu. Çok iddialıydı: “Türkçenin Arapça ile koşu atları gibi yarış edebileceğini, Türkçenin zenginliğini, duygu ve düşünceleri anlatmaya en uygun dil olduğunu ispata kalkmış. Kendisi Türkçenin bütün lehçelerini-şivelerini öğrenmiş. Arapça ve Farsça açıklaması ve başka dillere aktarması onun için kolay olmuş.

Divanı Lugat-üt Türk, yalnız bir sözlük değil aynı zamanda Türk dilinin tarihi, coğrafyası ve folklorunu aydınlatan bir ansiklopedidir.

Onun yaşadığı dönem, zor ve aydınlık bir zamandı. Abbasi Hilafetine İslamın yayılmasına ve Dünya İslam birliğine büyük hizmetleri olan Karahanlılara ve Büyük Selçuklu Devletinin en güçlü dönemine rastlamaktadır.

Kaşgarlı Mahmut, 1041 yılında Müslüman Türklerle Budist ve Müşrik Türkler arasındaki savaşı heyecanla anlatır. Müslüman gazileri övmekten bitiremez. Kitabın Kaşgarlı Mahmut tarfından 1073-1077 yılları arasında yazıldığı ve sonra Halifeye takdim edildiği de rivayet etmektedir. 

Araplara Türkçe öğretmeye kalkan bir iddiası vardı Kaşgarlı Mahmudun. Bu yüzden kitabı Arapça olarak kaleme almış. 7500 sözcüğün Arapça karşılığı verilmiş. Bu eserle Türkolojinin temelleri atılmış. Eseri On bin kelime bulunduran çok kapsamlı bir kitaptı. İslamdan önceki Türklerin de sözlü edebiyatını aydınlattı. Ayrıca Uygurların hayatını da anlatıyordu. Yani folklorik bir eser niteliğindeydi. İslam âlemi Türkçeyi ve Türk kültürünü Kaşgarlı Mahmut ve Yusuf Has Hacip sayesinde tanıdı.

1080 yılında Kaşgara döndü ve Opalda Mahmudiye Medresesini kurarak öğrenci okutmaya ve ilim adamı yetiştirmeye başladı. Binlerce öğrenci yetiştirdi.     

 2008 yılı, Unesko tarafından “Kaşgarlı Mahmut” yılı ilan edildi ve başkent Pekinde bir Uluslar arası konferans yapıldı. Kitabında bir dünya haritası çizmiş. Mezarının karşısında koca bir toprak yığını: İşte Mahmudiye Medresesi. Çevre çok sayıda yıpranmış, yıkılmış toprak yığınlarına dönüşmüş mezarlarla dolu.

Mogollar Bağdatta kütüphaneleri talan etti ve bütün kitapları yaktılar. Kaşgarlının kitabının dünyada bir tek nüshası kalmıştı.

Divan-ı Lügat-üt-Türk, bin yıl tarihin nisyan karanlığına gömüldü. Ancak 1914 yılında Ali Emiri Kaşgarlı’nın kitabını sahaflarda bir kadından satın aldı. Kitap Şamda çoğaltıldı.  

 Divanı Lügat-üt-Türk Kitabı büyük bir tevafukla İstanbulda bulunmasaydı ne Kaşgar ne de Kaşgarlı bilinmeyecekti. Hatta belki bizlerin Kaşgar’ı görme arzumuz da olmayacaktı. Bugün Kaşgar, yazılı ilk Türk tarihinin ortaya çıktığı şehir olma onurunu taşıyor.

Allah ona uzun bir ömür verdi. Vefat ettiğinde Medresesinin yanında uzayıp giden Mahmudiye Mezarlığına defn edildi. Eskiyen yapı dökülmeye başlayınca asırlar içinde günümüze kadar türbe dört defa tamir edilmiş.

Kaşgarlı yalnız bir dil uzmanı değil aynı zamanda folklor araştırmacısı ve bir harita uzmanıdır.

Ahşap ve yüksek tavanlı bir odada uzun boylu bir insan yüksekliğinde sandukasını saygıyla ziyaret ediyor ve ruh-u şerifine fatihalar ikram ediyoruz. Mehmet Doğan Bey onun manevi huzurunda, rahmet ve şükran dolu kısa bir konuşma yapıyor. Külliyeyi gezmeye başlıyoruz.

Yanda Kur’an okuma-Hatim indirme odası, yanında da  Kaşgarlı Mahmudun kitapları, makaleleri, el yazması ve basma Kur’anı Kerimler ve madeni para, süs eşyaları ve Kaşgarlının bir yerli ressam tarafından çizilen temsili bir resmi.

Mutlaka imkânlar zorlanmalı, Çin büyükelçiliğiyle görüşüp   Kaşgar’a turlar ve Kültür Gezileri düzenlenmelidir.

 

KARAHANLILAR ve SATUK BUĞRA HAN    

Karahanlılar, Doğu Türkistan toprakları üzerinde tam dört asır egemen olmuş bir Türk devletidir. 840-1212                                                                     

Daha doğrusu bizim için önemli olan, İslam’la şereflendikten sonra aldığı adıyla Abdulkerim Satuk Buğra Han

Buğra, deve aygırı demektir.

Hükümdar olan Budist amcasıyla giriştiği mücadelede Fergana savaşıyla onu mağlup etmiş ve devletin başına geçmiş. Kırgızistan topraklarında bulunan Balasagun’u zaptetmiş ve başkenti de Kaşgara taşımış. Organik Hayatı (902-955) yılları arasındadır. Yani 53 yıl yaşamış fakat tarihi misyonu ve İslam Dinine hizmetleriyle unutulmayacak ve Abdulkerim Satuk Buğra Han da diğer iki mütefekkir ve yazarlar gibi kıyamete kadar yaşayacak.

Hayatı boyunca halkını İslama ısındırarak yeni Hak dinin yayılması için yoğun biçimde çalışmalarını sürdürmüş. Arap seyyah ve bilgin İbni Fadlan’ın yazdığına göre Onun telkiniyle bir günde İki yüz bin çadırlı Türkmen İslam dinine girmiş.   

Karahanlılar Devletinin üçüncü Müslüman Hükümdarıdır. Kaşgar Başkentli Karahanlılar da ilk Müslüman Türk Devleti olarak tarihe geçmiş. Devletin bütün vatandaşları da İslam dinini kabul etmişler.

Abdulkerim Satuk Buğra Han Topyekun İslamla şereflenen milleti tarafından çok sevilmiş. Adına kasideler destanlar yazılmış. Tezkire-i Satuk Buğra Han bir destan türüdür. İslami dönemin ilk destanıdır. Bu destanda milli tarih ile İslam inanışları ve akideleri menkıbevi şekilde birleştirilmiş. Karahanlılar Uygur alfabesini benimsemiş ve Türkçeyi de resmi dil olarak kabul etmişler.

Kaşgardaki son günümüzde otelden ayrılıp ve bavullarımızla birlikte vasıtaya yerleşiyoruz. İki Tarafı da yüksek kavak ve dalları kayısı yüklü meyve ağaçları arasından yola koyuluyoruz. Yol geniş beton-asfalt ve hava sıcak. Şehrin çıkışında sağımızda eski bir Budist mezarlığı, yamacı aşarken solda geniş bir alanı işgal eden ve havayı kirleten çimento fabrikası. Oto yolda polis kontrolü yapılıyor. Bizim özel ve resmi misafir olduğumuz bilgisi ile polis noktasında hiç durdurulmadan ve kontrol edilmeden geçiyoruz.

 

ARTUÇ-ARDIÇ İLÇESİ

Ülkede şehirlerarası yollarda sıkı denetim var. Otoban yeni yapımı başlatılmış.

Bir Abdulkerim Satuk Buğra Han’ı ziyarete giderken Bir otonom Kırgız köyüne varıyoruz. On yıl önce yapılmış büyük bir ev. Geniş bir salon. Evin sahibi olarak resmini gösterdikleri Kırgız hayvancılık yapıyor. 7 Bin Yen harcayarak ortasında büyük bir havuzun bulunduğu salon inşa edilmiş. Keza avluda verniklenerek parlatılmış iri ağaç kökleri modern heykel olarak sergileniyor.

Artuç Çin Halk Cumhuriyetinde tek Otonom Kırgız İlçesi. Merkezde 53 bin, ama çevresiyle birlikte 540 bin nüfuslu.

Bahçeler arasından Abdulkerim Satuk Buğra Hanın türbesine yaklaşıyoruz. Kapı girişinde büyük bir bakır kazan. Kazanda yıllarca Kaşgar pilavı pişer, fakirlere ve misafirlere dağıtılırmış.

 Geniş bir avlu yanında seramik kaplamalı çifte minareli bir cami. Burası Şincanda ilk İslami eğitimin modern metotlarla başlatıldığı mekân olmuş.

Temiz ve bakımlı bir türbe. Girişte siyah bazalt-volkanik ve yassı bir taşa merakla dokunuyor ve okşuyoruz. Rehber Abdulkerim Satuk Buğra Hanın bu taşı zikir ve Kur’an kıraatinden sonra yastık olarak kullandığını anlatıyor.

Biz tam aşr-ı şerife başladığımızda türbede görevli bir Uygur Hoca, nefes almak için bıraktığımız yerden ayeti alıyor tamamlıyor ve Sadakallahulazim diyor. Birlikte bu mücahit İslam kahramanının ruhuna fatihalar ikram ediyoruz.

 

SON SÖZ

Mazlum ve mahzun Müslüman Uygur diyarından ayrılışımız hazin oluyor. Necip Fazıl’ın “Öz yurdunda garip, öz vatanında parya!”tarifi sanki Uygur Müslümanları için söylenmiş.

Çin hala Dünyaya kapalı bir toplum. İnsan tabiatına aykırı olan Komünizm ideoloji’si dünyada bitti ama Mao ve kızıl yıldız sembolleriyle sert uygulama Şincan-Şarki Türkistanda devam ediyor.

 

Sorumluluk dişişlerimizde!

 

Dış Türklerle ilgili masamız ne yapıyor? 

Stratejiler üreten Enstitümüz ne halde?

Türkiyede resmi ideoloji de “Çin’de yaşayan Müslüman Uygurları Türkiye ile Çin arasında yaşayan bir dostluk köprüsü olarak görüyor. Şincan-Doğu Türkistan Çinin bir parçasıdır ve Çin Halk Cumhuriyetinin toprak bütünlüğü önemlidir” Diyor. Siyasal ve diplomatik bir üslup kullanıyor. Şarki Türkistan Uygurların vatanıdır. 1949 yılından beri fiili işgal altındadır. Bağımsızlık istekleri üç defa büyük katliamlarla bastırılmıştır.

 

Not: Konu hakkında T.C. Dış işlerinin resmi görüşü:

“Türkiyenin de üyesi olduğu Birleşmiş Milletlerin beş daimi üyesinden biri de Çin Halk Cumhuriyetidir. Onlarla siyasi ve ticari ilikilerin geliştirilmesi yararımızadır. Uygurların amacı aşan eylem ve gösterileri bayrak yakma ve polise ait arabaları devirme Müslüman Uygurların da yararına hizmet etmemektedir. Çin ile ilişkilerimizin zedelenmemesine özen göstermeliyiz.”

El İnsaf!

“Çin’dek İnsan Hakları konusu Çin ile yakın ekonomik, ticari ve askeri ilişkileri olan İKÖ-İslam Kalkınma Örgütü üyeler resmi bir tepki göstermediler. Sadece gazete ve televizyon haberi niteliğinde olayların üzerinde durulmuştur.

Avrupa parlamentosu da 10 nisan 1997 günü de örneği ilişikte sunulan “Doğu Türkistanda İnsan Haklarının Durumu” başlıklı bir kararı kabul etmiştir.”

Daha ne yapsın be kardeşim! Helal olsun!

Ankara Yardımeli Derneği
/AnkaraYardimeli
@AnkaraYardimeli
0312 309 10 06
Yazılım ve Tasarım: Tekin Medya