GÖNÜLLÜ OLMAK İSTER MİSİNİZ

GÜRCİSTAN SEYAHATI

GÜRCİSTAN SEYAHATI
1 Ocak 2014
KASR-I DİLARADAN AHISKAYA

GÜRCİSTAN SEYAHATI

--------------------

KASR-I DİLARADAN AHISKAYA

Geçtiğimiz yıllar içinde Türkiye Yazarlar Birliğinin uzun yola dayanıklı gençleriyle birlikte, fikir dünyamızın yıldızlarından merhum Nureddin Topçu hocanın ruhunu şadetmek ve hatıralarını yadetmek üzere, Kızılay meydanından Erzurumun kalbi Kasr-ı  Dilaraya doğru renkli bir yolculuğumuz olmuştu.Bugüne kadar hiç göremediğimiz Kangal ve Selçuklu hatırası Divriği üzerinden Doğu Anadolunun Çeşm-i Cihanı Eğine, dağlar- nehirler aşarak ulaşabilmişdik. Her yamaçtan bel kalınlığında kaynak suları fışkırıyordu. Eğinin coğrafi konumuyla ortaya çıkan mikroklima sayesinde Akdeniz bitki örtüsünün tamamı üretilebiliyordu. Hocanın Taşralıyı yazdığı ana-ata yurdunu ibretle dolaşmıştı

Günahkar Ankara sabah ezanlarıyla yıkanırken kalkıyor ve çift şahitli farizamızı eda ediyoruz. Fayo babanın beyaz minibüsü, Yüzüncü yıldan Çukurambara, Demetevlerden Batıkente kadar uyuklayan sokaklarda kıvrıla büküle dolaşıp, Kasr-ı Dilara yolcularını evlerinden birer birer toparladı. Çevre yoldan Otobana girip bir çeyrek saatte, daha kargalar kahvaltı yapmadan Elmadağını gerilerde bırakıveriyoruz.

Çevrecilerin gözünde Türkiyenin en büyük fosseptiği olan Kızılırmağı solumuza alıp, vites kolunu büyütmeye başladık.Kırıkkaleyi de teğet geçtik. Mercimek çorbası Yozgatta kahvaltımız olacaktı ve zorunlu molaları kısa tutmaya özen gösterecektik.

 Yoruldukça direksiyona başka birimiz geçmeliydik.Zara ve Erzincan üzerinden Kasr-ı Dilaraya varıncaya kadar üç defatrafik ekiplerinin çevirme harekâtından ustaca sıyrılıp, şehir girişinde yolların çatallandığı bir “gındıllikte” bizi bekleyenlerle buluşacaktık.Düşüncemize göre Palandöken Kızılay dinlenme tesislerinde kalacaktık. Her iki-üç kişiye bir oda düşecekti ve   horlayanlarla horlamayanların odalarını ayıracaktık.

Bu yıl da yine Türkiye Yazarlar Birliğinin yirmibeşinci  kuruluş yıl dönümü içinde, şehir tarihi yazarları toplantısı Erzurumda uluslar arası katılımlarla gerçekleşiyordu.

Temmuzun ilk Cuması…

                  SULTAN SEKİSİ ETKİNLİKLERİ

Kalacağımız kısa zamana yoğun bir faaliyet programı sıkıştırıldı.

Yönümüzü bir kere daha doğuya çeviriyorduk. Kasr-ı  Dilara, Sultan sekisi etkinlikleriyle  Allahuekber dağları, Ardahanda Yanık cami, serhad yiğidi Posof ve Kür ırmağı kıyısında yüz yıllık hüznü ve hasretiyle Ahıska  yolumuzu gözlüyordu…

Yozgatta kahvaltı molasıyla  Zarada Cuma namazını dinlenmek için ganimet kabul etmiştik. Trafiğin radar tuzaklarına rağmen, hava kararmadan  “ Geçidi Bekleyen Şehir “ Erzuruma ulaşmıştık.

Yerel basın ve televizyonları ziyaret kısa zamana sığdırıldı. Palandökenlerin böğrüne yaslanan mutevazi bir misafirhanede geceledik

Yerel televizyonların haber programlarında T.Y.B. ekibinin seyahat sebebi üzerine kısa röportajlar yapıldı. Şehir ve medeniyet ilişkisini eserleriyle işleyerek tarihe belgeseller hazırlayan Çetin Baydar, hemşehrileriyle buluşacaktı.

Yakutiye Belediyesi D.S.İ. salonlarında seçkin bir davetli huzurunda, şehir ve medeniyet ilişkisini eserleriyle belgeleyen Erzurumlu Mustafa Çetin Baydar’a vefa toplantısını birlikte yaşadık.Yerel ve ulusal basın, kenti yöneten bürokratlar ve sivil toplum kuruluşları Yazarlar Birliğinin tarihi etkinliklerinde hazır bulundular.

Doğan ve Öztürk, etkinliğin anlam ve önemine zarif tespitlerle açıklık getirmeye çalıştılar.

- Toplumun meyveleri olan edip ve şairler beş asır önce de tıpkı bugün gibi, layık oldukları ilgiden uzak, devlet ve toplum nezdinde sahipsizdiler. Fakat hayatı sıkıntı içinde yaşayan sanatkarlar için vefatlarından sonra görkemli anma toplantıları yapılır ve eserleri nerdeyse yok satar. Oysa asıl vefa: bu güzide insanları hayattayken değerlendirebilmektir. Onlar aramızdayken hak ettikleri saygıyı görebilmeliler. Çünkü her zaman marifet iltifata tabidir. Büyük ilim adamı imam Şafii: “eğer bir kuru soğana ihtiyacım olsaydı bu ilmi yapamazdım!”diyor.

Karışık duyguların en çok darbedip-vurduğu  kişiler yazarlardır.

İstanbulun fetih yılında, yani 1453 “de kaleme alınmış olan eserinde yazar Ali Hüseyin Amasi, beş asır öncesine ışık tutarak, sanatkar ve ehil insanların değerlerinin bilinmeyip yeterince takdir edilemediklerini anlatır. Toplumun mal sahibi ve zenginlerle vasıfsız insanlara rağbet ettiğini anlatır.

 “…Ve amma şimdiki asırda hünermendler-sanatkarlar zelil ve kadr-u kıymetleri kalil olmuştur. İtibar mala ve ızar-u ihtisam maldarlara-mal sahiplerine olmuştur.

Ve ehli hüner bölüğü zelil-ü heder ve şuara zümresi hor ve hakir olubdur. Marifet, hüner ve kemal maskaralıkla takas edildi-değiştirildi. Bin hüner arz etmekten bir minkar kesbetmek evla ve muteber oldu…"

Bugün Türkiyede yaşayan mantığın: kendi evlatlarına karşı takındığı bigane tavrı ve insafsızlığıyla nasıl yorgun düştüğünü görüyoruz.

Arabalarda doğanlar, evinde bilgisayar, tv, radyo ve ansiklopedik bilgilerin etki alanı içinde günlük hayatlarını sürdürüyorlar. Ancak Anadolunun değişik yörelerinden, yürekleri sevgiyle dolu, aidiyet duyguları ve kültürel sancıların yalpaladığıalternatif bir nesil çıkıp hayata eğemen olmaya başladı.

Milletin yarınları adına, medeniyetin sınır taşı olan şehir kültürleri, dipdiri tavrı ve duruşuyla sağlıklı ve dinamik istikbalimizin güvencesidir.Şehir kültürleri  sanatı folkloru ve şivesiyle mutlaka yaşatılmalıdır.Türkiye Yazarlar Birliği de bu tarihi rolü kesintisiz sürdürecek sivil toplum örgütlerimizden biridir.Bir çoğugıyabenödüllendirilen hizmet adamları, şair ve edipler daha çok şevklendirilmelidir. Kültürel donanımlı, güçlü ve örnek şahsiyetler çoğalmalı ve liyakatlarıyla hayatımıza eğemen olmalıdır. Üretken ve soylu heyecanlarıyla her konuda kabiliyetlere ihtiyacımız var.

“Nun val kalemi vame yesdurun!”  İlahi üslubuyla üzerine antiçilen kalem bizim sebeb-i hayatımız. Biz Erzurumlu edipler adına bu kalemi Onlara armağan ediyoruz ki: daha çok düşünsün, yaşasın ve yazsınlar. Düşünürler keşfettiklerini ve hayret ettiklerini yazmalıdırlar. Toplumu yanlış yönlendirmekle görevli kalemlerin tahribini, ancak aidiyet bilinci gelişmiş olanlar düzeltir ve onları aşarlar.”

“Sebe suresindeki uyarı bütün insanlığadır: “ …Allah için kıyam edin ve Allah için tefekkür edin!”

İşte yazarlık da Allah için bir kıyamdır, bir savaş yöntemidir…

Hepimiz değişmez hakikatlerin ebedi dostlarından biri olmak zorundayız. Çıkış yolu arayanlara, Ülkeryıldızlarıdır yazarlar. Onlar cemiyet ağacının meyveleridir. Fikri gelişmelerin önderleri, sanat dünyamızın yıldızlarıdır.                 

 Aynı salonda kurulan sergi: kitap ve tarih dostlarına açıldı. Erzurum Kalkınma Vakfının Sarıkamış harekâtıyla ilgili düzenlediği odio-vizüel gösterileri sinema salonlarında izleme fırsatı bulduk.

Üniversite kampusünün geniş bahçesinde kurulan çadırların gölgesinde, mesleğin medar-ı iftiharı ilim adamlarımızdan Prof. Dr. Sıtkı Aras için hazırlanan biyografik eser dağıtılıyor ve misafirleri duygulandıran kısa konuşmalar yapılıyor.

Tarih ve kültür varlıklarını koynunda barındıran emanet minibüsle, kalenin etrafında kısa panaromik bir geziyle şehir turu atmalıydık. Cuma hutbesini Lala Paşa camiinde dinledik

         Halkın Taş Han dediği Rüstem Paşa Medreselerini, Çifte Minareliyle Yakutiyeyi dört elif miktarı ziyaretle yetinmeliydik. Dervişağa mahallesindeki Karanlık medreseyle Kars Kapıyı aydınlatan Gümüşlü Kümbetleri tarih bilinci içinde dolaştık. Hayatlarını Dünya İslam Birliğine adayan Atalarımız Selçuklu ve Osmanoğullarından bizlere kalan sanat harikası eserler Müslüman halk için vatanın tapu senetleriydi…

 

ERZURUM: GEÇİDİ BEKLEYEN ŞEHİR

 

            Sosyal ve ekonomik açıdan bölge kalkınmasında, Palandökenlerde çalışan telesiyejler kış sporlarını canlandırabilir.Çermikler, ılıcalar ve termal turizmi Erzurum Bölge coğrafyasını iç ve dış turizm açısından hareketlendirecektir. Erzurum: Aras, Fırat ve Çoruh nehrinin havzalarının kaynağı oluşuyla ağ ve olta balıkçılığı yanında rafting benzeri su sporlarının merkezi de olabilir.Yetiştirdiği ilim adamlarıve sanatkârlarıylacami, han, kervansaray, kale, medrese, bedestenler, saat kuleleri ve arkeoloji müzeleriyle Erzurum: sanat tarihi ve din turizminin doğu Anadoludaki başkenti olabilir.

         Folklorik zenginliği üzerinde ciddi eserler okuduk. Doğunun mutfak kültürüyle basit bir yer sofrasında tanışmak mümkündü. Önce tadımlık kesme çorba, sonra sırayla ayran aşı, hınger ve lor dolmasını yan yana görebilirdiniz.Sofranın yüz görümlükleri, soğuk iklim kuşağında ısıtan ve doyuran tere yağda suböreği ve pazı kızartmasıydı.

         Üniversite bahçesinde ve çadırların gölgesinde üretken bir bilim adamı olan Prof. Sıtkı Aras adına hazırlanan biyografik eser misafirlere dağıtılıyor.

Kasr-ı Dilaranın yani “gönül yakan köşkün” merdivenlerinden sekiz basamak çıkıp, kamelyalarında ince belli bardaklarla demli çayları yudumlamak mümkün oldu.   Gönüldaşlarımızdan Zaza Yusuf, her zaman ümmetin sözcüsüydü. Siverekten Erzuruma gelip sosyolojiyi bitirmiş bir aydın, dört başı mamur bir entellektüel. İbni Haldunla Cemil Meriç onun favorileri.

-         Kekokurban, nasyonalizm kolonyalist entrikadır ve aslında şirktir. Milliyetçilik fitnesini Fransızlardan öğrenen Jön Türkcahilleri koca Osmanlıyı yıktılar.

-         Şimdi de Firdevsinin Şehnamesinden aparılan Demirci Kane masalıyla ayranı kabaran bizim bön Kürtler de Siyonist planın maşası olup ümmeti dağıtmak istiyorlar.

           

ALLAHU DAĞLARINDAN ENVER PAŞA YAYLASINAEKBER

 

         Üniversiteden Rıdvan beyin katılımıyla güçlendik ve direksiyona asılarak Sultan Sekisi kapsamında Allahu Ekber dağlarının zirvelerine doğru teker patlatırcasına tırmanmaya başladık.Tek şeritli ve dolambaçlı bozuk asfalt yolda tekerimiz patlıyor. Kriko ile uğraşırken stepneyi çıkarıp tekeri değiştirmek bizi bir saat uğraştırıyor, kaşımız kirpiğimiz toza batıyor. Sağımıza çilek tarlalarını, solumuza da yalçın kayalıkları alıp yola devam ediyoruz. Şenkaya’da zuladan suböreği tepsisi çıkıyor. Yarım saat ihtiyaç molası, çaylar şirketten. Üstüne ciğer gibi kızarmış bir Adana karpuzu.

Karakovan balı ile şöhrete kavuşan Şenkaya coğrafi konumuyla tam bir kartal yuvası. Yaylanın eteklerinde taşları üst üste yığarak örülen taraçalar kanaletlerden çağlayarak taşan buz gibi sularla aşağı bağlar sulanıyor. Gözleri dinlendiren dağ çiçekleri en canlı renkleriyle uzanıp gidiyor.

         Zirveye varıncaya kadar su kaynatmış, tekeri patlamış veya motoru arızalanmış araçların yolda kalan sürücülerini de alıp yukarılara taşımak bize düşüyor. 

         Hava kararırken krater göllerini seyrederek meşhur Enver Paşa yaylasına ulaşıyoruz. Birinci cihan savaşında Doğu Anadoluyu işgale gelen Çar ordularına karşı çarpışmak üzere manevra yapan on binlerce vatan evladı bu yaylalarda çoğu açlık, yorgunluk ve soğuklardan donarak şehit düşmüşler. Kötü bir ışıklandırma. Orta yerde insanı dumanaltı eden dağınık bir küme ateş. Anons çadırından yayınlanan dertli kavala hamasi şiirler eşlik ediyor. Vakit ezanının aynı mikrofondan okunmasını hatırlatınca sivil yöneticiler ürküyorlar. Tereddütlerini ifade edip itirazda bulunuyorlar. Sıradağlara adını veren tekbir uğruna şehit olanlara ezan-ı Muhammediyi esirgemeyelim.Çadırın dışında ilgili amirle görüşüp geri dönüyorlar.

         -İzin çıktı arkadaşlar! Diyor. Tamam ezan okuyoruz.

         -Bu gürültüde sesini yalnız çadırdakiler işitir, sen anons çadırından oku! Diyoruz. Kulak ardı edilen uyarılarımız işitilmiyor. Israr ediyoruz;

         - Üzerinde dolaştığımız tepelerin her adımında, her karış toprakta istiklali sembolize eden ezan uğruna yatanların ruhları bizi seyrediyor. Bu askerler ilayı kelimatullah uğruna şehit düştüler. Dağı-taşı inletecek olan ezanı onlardan esirgemeyin!

         - Tamam efendim! Diyen görevli yine bildiğini okuyor ve elini kulağına götürüp, kısık sesiyle ancak çadır önündekilerin duyacağı kadar okumaya başlıyor. 

           Hatırlatmamıza rağmen mikrofondan ezan okunmuyor. Allahu Ekber dağlarında tekbirin yani istiklal-bağımsızlık ve milli egemenlik uğruna şehit düşenlere Laiklik elden gitmesin ve komutan gücendirilmesin diye ezan esirgeniyor. Meydanı dolduranlara karşı kahramanlık şiirleri, marşlar ve sloganlar aralıksız devam ediyor.

          Minibüste her birimiz bir sayfasını paylaşarak okuduğumuz aşr-ışerifle Yasinleri onlara ikram ediyoruz…   

                             ARDAHAN: İSTANBUL’UN KİLİDİ

Sert ve soğuk esinti yüzünden Metin beyin bel ağrısı azınca, binbir zahmetle tırmandığımız Allahu Ekber dağlarının Enver Paşa yaylasından gece yarısı inmeye karar veriyoruz.

Nice yaylaları aşarak  "İstanbul’un kilidi Ardahan'a" güneş doğarken girebilmiştik. Rus işgaliyle Osmanlıyı çok uğraştıran Elviye-i selaseden "üç vilayet yani Kars, Adahan, Batum" bizim ziyaretgâhımız olacaktı.

Etrafımız gür karaçam ormanlarıyla kaplı. Çayırlarında sarı-mor çiçekleriyle endemik bitkilerin ve çay niyetine içilecek şifalı otların zengin çeşitleri karşısında ferahlıyoruz, gönlümüz açılıyor. Koyunlar, sığır ve at sürüleri diz boyu çayırlarda serazat koşup yayılıyorlar. Kafkas cinsi arılarıyla dünyanın en sağlıklı, her sofraya layık şifalı karakovan balı Şenkayadan sonra Ardahanda.

Ardahan öğretmen evinde konaklayacaktık. İyi eğitilmiş personeliyle Vilayetin yüzünü ağartacak bir kurum. Mevsim dolayısıyla komşu ilçelerde yapılan turizm ve folklor adına etkinlikler için bölgeye gelen misafirler ve sanatkârlar da bu dinlenme merkezinde kalıyorlar.

Yanık caminin köşesinde tarihi bir çeşme var. Yıllardır taş oluklardan bilek kalınlığında buz gibi sular çağıldıyor.

Çeşmenin alnında duran mermer kitabede anonim bir şiir okunuyor.

 

" Ardahan can idi gitti.

Lisanı Türk idi gitti.

Sultan Hamide haber salın,

İstanbulun kilidi gitti.

 

MEN MEVLADAN AL-İ OSMAN İSTEREM   

Güneyde İskenderun Sancağı namıyla Hatay coğrafyası yirmi yıl işgalci Fransızlarla boğuşurken, Ardahan tam kırkiki yıl Rus işgali altında inlemiş.

1877 Osmanlı-Rus savaşlarına 93 harbi derler. Bolşevik ihtilaliyle Çarlık sona erip komünistler yönetime gelince savaş sona ermiş.1921 de Rus askeri bölgeyi terketmiş ve biz geri dönmüşüz. Yani Ardahanın kurtuluşu bir harp sonucu değil. Batumu temsilen dört  milletvekili TBMM görev yaparken, 1923 Ruslarla yapılan bir hudut tashihi ile tekrar elimizden çıkmış.

 

Gittikçe yükselen yaylalar üzerinden Çıldır'a doğru yola çıkıyoruz. Ardahanın hinterlandı tarih ve tabiat zengini. Her iki yanımızda harikulade renklerle bezeli tarlalar. Arıların bayram ettiği öbek  öbek Hüda-i nabit çiçekler. Uzun boynuzlu mor koyun ve semiz sığır sürüleri. Yamaçta üç sıra halinde dizili Kafkas cinsi arı kovanları ve çalılıkta insandan korkmayan tilkiler oturmuş yoldan geçen arabaları seyrediyorlar.

Aşık Şenlik son sayımda belde olmuş. Başında kalpağı, kucağında tar'ıyla meydana bir heykel dikmişler. Kilidi açamayınca duvardan atlayıp mezarlığa girip türbesini fatihalarla ziyaret ediyoruz.

Beldede her evin kapısı üzerinde sahibinin adı yazılı. Aşık Şenlik cesur bir şair. Çok sayıda Rus sivil yetkili ve subayının hazır olduğu Halk şölenlerinde Anavatan hasretini dile getirmiş ve mısralarında;

" Ben Mevladan Al-i Osman isterem!" diye çalıp çığırmış.

Kışın üzerinden atlı kızakların geçtiği Çıldır gölünü asıl yazın görmeli. İçeri kıvrılan yarım ada üzerinde bir balık lokantası ve bir minyatür cami. Etrafındaki küçük adalar birer kuş cenneti. Binbeşyüz metre yüksekte bir krater gölü olarak anlatılıyor. Oysa aktif dönemde Kısır dağından püsküren lavlar akıntının önünü kapatınca sular geride toplanmaya başlamış ve nihayet geniş bir volkanik set gölü oluşmuş. Çıldır gölü: zirvelerde, dağların tepesinde içi sazan balıklarıyla dolu ender bir bereket kaynağı.

Uluslararası bal patenti alan müteşebbisler fenni kovanlarla yamaçları tutmuş, içinde gecelediği tatil çadırıyla modern arıcılık yapıyor. Çevrede tahıl ziraatı ve bostan yok. Yaylada yetişen diz boyu otlar biçilip kurutuluyor. Uzun süren kış boyunca hayvanlar için ekmek kadar kıymetli. Süper fosfat gibi suni gübre kullanılmadığı için börtü-böcek ve kuş ve yaban hayvanları için tehlike yok. Türkiyenin her yöresinden, teknik arıcılığı başlatanlar iki-üç ay için kovanlarını kamyonlara yükleyip Ardahanın çiçek cenneti mer'alarına şökün edip geliyorlar. Elvan çiçeklerle bezeli çayırlarda memelerinden süt damlayan gürbüz inekler otluyor.

Ardahanın en önemli gelir kaynağı süt ve süt ürünlerinden ibaret. Bütün Türkiyeye dağılan Kaşar peyniri üretim merkezleri hızla çoğalmış. Yüksek kaliteli protein ihtiva eden peynir çeşitleri değişik ambalajlar içinde yurt dışına da ihraç ediliyor. Kür ırmağı Ardahan’ın altın kolyesi. İçinde balıkların çoğaldığı bu akarsu Allahuekber dağlarından doğuyor. Irmağa katılan çaylar ve derelerle debisi artan nehir dağlar arasından kıvrıla-büküle akarak Ahıskaya doğru çoğalarak sınırları aşıyor. Sonra Aras nehriyle birleşir ve Hazar denizine dökülür.

Ardahanın iki yakasını birleştiren demir köprü üzerinden aynalı sazan,yayın ve alabalıkların parıltılarını saatlerce seyredebilirsiniz. Şehrin iki yakasını birleştiren profil ve borudan mamul köprü, işgal döneminde eski Rus teknolojisiyle perçinlenerek yapılmış. Kür ırmağının kıyısında yerli avcıların içini gıcıklayan yabani kaz sürüleri, leylek ve martılar birlikte gezip besleniyorlar.

Karaçam ormanlarının yamacındaki basık kantaralı yapılar Singer tabyalarıdır. Emiroğlundan süt, Bülbülan yaylasından bal gelir Ardahana.

Aziziye kışlasının önünden geçerek meşhur Ramazan tabyalarına çıkabilirsiniz. Kalenin bir duvarı ırmağı yalayarak inşa edilmiş. Uçurumlar ve falezlerle güven altında. Dikdörtgen biçimindeki hisarın zaptı çok zor. Kadim medeniyetlerin mirası olan yapı bugüne kadar çok el değiştirmiş. Cümle kapısı üzerinde bir onarım kitabesi. Selçuklulardan günümüze sapasağlam ulaşan kale restorasyon ve granit desteklerle ayakta kalabilmiş.

Mermer kitabede hayat bulan devlet iradesiyle, bizlere aslımızı hatırlatan üsluptaki haşmeti gelin birlikte okuyalım.

" Arap, Rum ve Acem mülkünün, denizlerin ve karaların sahibi, padişahlar padişahı Sultan Selim Hanın oğlu Sultan Süleyman-ı Azam namına yapılmıştır.

Mülkü kıyamete kadar baki kalsın."

Burçlar ve muhkem hisar payandaları Osmanlı mimari tarzı...

 YANIK CAMİ ANITI yahut KARAKIŞ İÇİNDE KOPTU VELVELE

Moskovada Ekim 1917  Bolşevik ihtilali patlayınca Çar orduları şigal ettikleri Doğu Anadoluyu terketmeye başladılar. Bütün emperyalistler gibi Ruslar da kan ve fitne bırakarak bölgeden çekildiler. Bin yıl birlikte barış içinde yaşayan Ermenileri örgütlediler ve silahlandırdılar. Bu sefer de Müslüman halka diş bileyen kindar Taşnak ve Hınçak Ermeni çeteleri tenhada yakaladıkları masum sivilleri kurşuna dizmeye başladılar. Savaşla ilgisi olmayan kadın ve çocuklar bile insafsızca katledildi. Evlerden topladıkları Müslümanları genç yaşlı demeden öldürdüler. İşgal dönemi boyunca da Ruslar Ermenilerin taşkınlıklarına her zaman göz yumuyordu.

Bugün milletiyle bütünleşmeyi başarmış, devlete örnek hizmetler vermeye gayret eden bilinçli bir vali Ardahanda çalışıyor; Mustafa Yiğit bey.

Halka atalarının başına gelenler bir kere daha hatırlatılmak isteniyor. 5 Ocak 1915 günü yakılarak öldürülen Ardahanlıların aziz hatırasına vali Mustafa Yiğit beyin tarihi konuşmalarıyla katıldığı  "Yanık Cami Anıtı " açılıyor. Ankara ve Erzurumdan gelen Türkiye Yazarlar Birliği üyeleri bu açılışta hazır bulundular. Yanık Cami anıtının açılışında yerel ve ulusal basın muhabirleri sürekli çekim yaptılar ve not tutmayı sürdürdüler. Yazılı basın ve televizyonlardan millete duyuracaklar. Dışişlerimize düşen görev de şehitlerimizin kanını sorgulayıp, hukukunu arayacak, insan hakları mahkemesinde savunmasını yapacaklar.

Sarıkamış felaketi sırasında İngiliz ve Rusun silahlandırdığı ve açıktan tahrik ve teşvik ettiği Ermeni çetelerinin sekiz yüz masumu bu camide yaktıkları duyurulsun. Aynı şekilde insanları camilere doldurup yakarak öldürme vahşeti Adana, Misis, Kozan, Bayburt ve Van’da da yaşandı. Yer, zaman ve kazılarak gün yüzüne çıkartılan toplu mezarlarla belgelendi. Ancak dışişlerimizin duyurudaki etkinliği tartışılır.

Osmanlının olmadığı ve Rusun da çekildiği otorite boşluğu içinde silahlandırılıp, kışkırtılan Ermeni çetelerin katliamları devam etti.

Ardahan merkez camii imamı Ahmet Ballı hoca: " Biz kırk yıllık işgal sırasında Rus, Rum, Ermeni ve Gürcülerle birlikte yaşadık.” Diyor.     

Çete mensubu Ermeni komşuları fakir Mülümanların teker teker kapılarını çalmış;  “Haydin, Büyük camiye gelin, sizlere bilabedel ihtiyaç maddelerinden un, bulgur ve çarık dağıtılacaktır..." deyip kandırmışlar. Sekiz yüz Müslüman Türk, Kürt ve Müslüman Gürcüyü içeri doldurduktan sonra kapıları kapatmışlar. Kundaklamak maksadıyla önceden düzenledikleri barut ve çırayla hazırlanan parlayıcı ve patlayıcı maddeleri ateşleyip büyük bir yangını başlatmışlar. Çatıyı da feryatlar içinde yanan Müslümanların üzerine çökertmişler. Şimdi toprağa karışan şehitler üzerine fidanlar dikilmiş. İbretle ve fatihalarla ziyaret ediyoruz. Ancak tam aksi yönde propoganda sanatının yalan üretmeyi sürdürdüğünü müşahede ediyoruz. Avrupa, Amerika ve Latin Amerika ülkelerinde Ermeni soykırım anıtları dikiliyor. Hırsız ev sahibini bastırıyor. Bir Hırıstıyan topluluk figüran olarak kullanılıyor. Bu bildik-tanıdık senaryo yeni bir oyun değil, asırlardır tezgahlanan yayılmacı Haçlı tuzağı.      

Türkiyeyi Avrupa Birliğine almak için arada bir rüşvet-i kelam eden Fransa ve İtalyadan ABD'ye kadar meclislerinden bir tehdit unsuru olarak "Soykırım" kararı geçirtip lobi faaliyetlerini sürdürüyorlar. Bugüne kadar Avrupa’da iftira ve hayal ürünü yalanlarla dolu "Musa Dağında Kırk Gün"  gibi ikiyüz elli adet kitap yayınlanmış. Beyin yıkama operasyonu ve propogandanın gücü sergileniyor. Peki, bizim aydınlarımızdan gerçekleri yansıtan kaç eser yayınlanmış?

Yirmi iki büyükelçimiz öldürüldüğü halde Avrupa bu uluslararası terörü görmüyor. Görmek istemiyor ve hatta el altından destekliyor. Haçlı destekli Ermeni lobisinin başarısı aslında propoganda sanatının bir zaferi. Türk dışişlerinin doğru-dürüst bir refleksi ve reaksiyonu da yok. Düzmece propogandaya karşı Paris ve Atinada vurulan iki Asala lideri hariç, net bir proje üretemiyor.

 

                     ARDAHANSAVAŞ TAZMİNATI

 

 

Öğretmenevi salonunda Göle festivali için davet edilen halk müziği sanatçısı İzzet Altınmeşe ve spiker takdimci Cemile Kutgün’le bir çay içimi sohbetimiz oluyor. Altınmeşe "Bağdatın Hamamları" ile "Evlerinin Önü de Zello Tahta daraba" türkülerinin Antakya yöresine ait olduğunu söylüyor.

Ardahan çarşısında gelişmiş teknolojisiyle üretimlerini yıllardır sürdüren peynir imalathaneleri harıl harıl çalışıyor. Kahvehane camlarına iri harflerle yapıştırılmış yazılar: "Askere Serbest",  "Bu iş yerinde erbaş ve erlere yüzde onbeş indirim vardır. " Bu şehir, Peynir atölyeleri hariç, fabrika ve işletmeleri olmayan ve geçimini sadece iç turizmle memur ve askerlerden sağlayan henüz hakettiği kadar gelişmemiş garip bir sınır şehri. Doğrusu bölgenin kalkınması yerli müteşebbisleri aşıyor. Devlet eli uzanmalı.

Yalnızçam ve Uğurludağ tesisleri hem yayla turizmi, hem de kış sporları merkezi olarak hizmete hazır. Ancak ulaşım problemi yüzünden meraklılar Uludağla Kartalkayayı tercih ediyorlar. Ardahan: Olimpik pisti, modern ve sağlıklı konaklama alanları ve telesiyejle Alp disiplini ve yaz boyunca da çim kayağı için en uygun mekan.

Arabayla yarım saat mesafede içi balık, dışı kuş cenneti Çıldır gölüne ulaşmak mümkün. Doğal beslenme ve bol oksijen sirkülasyonu sayesinde bölge insanının yüzleri alpençe. Gençleri heybetli ve yakışıklı, kızları güzel. Cana yakın ve hoşsohbet insanlar.

Çıldır gölü, yüksekliği ikibin metreyi aşan Akbaba ve Kısır dağları arasında yer kabuğunun tektonik çöküntüsüyle oluşan bir set gölü. Büyüklük itibarıyla Doğu Anadoluda Van gölünden sonra ikinci sırada. En çok sazan cinsi ve ayrıca onaltı balık çeşidi bu sularda yaşıyor. Karabatak, angut, sakarca, pelikan, martı ve kaz sürüleriyle bütün göçmen kuşların uğrağı olup tam bir kuş cenneti.

Normal sohbeti bile engelleyen televizyon belasına rağmen Ardahanın bazı köy ve beldelerinde Urfanın geleneksel sıra geceleri gibi sazlı sözlü aşık meclisleri kuruluyor. Destanlar okunuyor, Hazreti Ali efendimizden cenk menkıbeleri anlatılıyor. Köy odalarında nesilden nesile aktarılan Battalgazi hikayeleriyle gençlerde bayrak, Kur'an ve yurt sevgisi gelişiyor. Gönül dostlarımızdan merkezde Ahmet Ballı hocayla, Posofta Halil İbrahim Atamana uğrayıp, çaylarını içiyoruz.

 

                     SAMANLIKTA SERÇELER

Kar ve tipinin eğemen olduğu Ardahanda  kış ayları uzun ve dondurucu geçer. Gece ayaz, gündüz kırağıdan sokağa çıkmak zorlaşır. Yazlarıysa bir ikindin aydınlığı kadar kısa sürer. Serçelerin samanlıkta cıvıldadığı günler ot biçme ve tezek kurutma zamanıdır.

İklim soğuk ama yerli halk misafirperver, dost ve sıcak kanlı.

Çarşı esnafından Memet Ali Mirzagil bizlere çay ikram ediyor ve anlatıyor.

-"Yedi yıl önce Ardahan kalesinin içinde Osmanlı hatırası bir Ulucami vardı. Dükkan sahipleri aramızda konuştuk, aslına uygun olarak restore etmek istiyorduk. Bir komutan geldi o zaman, adı kurmay albay Osman Şah. Ulu camiyi yıkmaya niyetlendiği haberini aldık. Telaşlandık. Huzuruna vardık. Efendim dedik, gelin bu ata yadigarını yıkmayın, masrafı bizden gelin tamir edelim...

Kabul etmedi, bildiğini yaptı. Bedduamızı aldı, Allahından bulsun!

-Burası eğitim sahası olmuştur, tanzimi gereklidir! Dedi de bizleri dinlemeyip başından savdı.

Duvarların sökülüşünü uzaktan üzüntüyle seyrettik. Bina o kadar sağlamdı ki, kazma-kürekle yıkılacak gibi değildi. Albay Osman Şah, ancak tahrip kalıpları kullanarak taş duvarları yıkabildi. Şimdi yerinde bir kamelya bulunan Ulu cami de, hisar payandaları gibi  şehrimizde Kanuni döneminden kalan son eserlerden biriydi."

Şehirde seyreden her üç araçtan biri resmi plakalı... Asayiş ve trafik görevlileriyle çok sayıda şark hizmeti yapan toplum polisi var. Ardahan, tipik bir memur şehri. Pazar günleri valilik emriyle şehir merkezinde nöbetçi fırın, lokanta ve eczaneler açık tutuluyor. Hafta sonları seyyar satıcı ve işportacıların bayramı. Köşebaşlarında kurulan karpuz-kavun sergileri iyi iş yapıyor. Askeri birliklerin yoğunluğu farkedilir boyutta.

Kür ırmağını besleyen çaylar alabalık zengini.

Şehri canlandıran Ardahan pazarı perşembe günleri küçük bir panayır yeri gibi kurulur. Köylüler ürettiklerini getirip satar, sonra da ihtiyaçlarını alıp akşama köylerine geri dönerler.

İş arayanların yığıldığı kiralık işçi pazarı özerk cumhuriyet Nahcıvandan gelenlerle çoğalır. Belediyenin önceden belirlediği mekanda, Kabzımal pazarının köşesinde toplanırlar. Sıvacı, boyacı, kartonpiyer uzmanları, çatı onarımıyla uğraşan ve bahça belleyenlerin hemen hepsi de üniversite mezunudur. Nahcivan halkı dürüst insanlardır, işçi, usta ve sanatkarların hepsi de temiz iş yaparlar. Bir ay çalışır ve kazandıklarını çocuklarına götürürler. Sonra aldıkları siparişler üzerine tekrar Ardahana dönerler.                                          

 

MEN ÖZÜM HÜDAYA TAPŞIRMIŞAM

                   Kırküç yıllık işgal döneminde aralarında Rus subaylarının da bulunduğu bayramlarda-şölenlerde sazı ve sözüyle:

" Men Mevladan Al-i Osman isterem!"

Diye İstanbul hasretini dillendiren Aşık Şenlik'i duvarlardan atlayarak ziyaret bizim için artık bir vefa borcu olmalıydı.

                   Çıldır çarşısı tek sıra ve iki elin parmakları kadar dükkândan ibaretti. İnce bir asfalt yoldan Gölün içine doğru kıvrılan Kuşada'ya geçiyoruz.

Yemyeşil şirin bir yarımada.

Etrafında küçük kayalıklardan ibaret adacıklar serpili duruyor. Çıldır gölü tam bir kuş cenneti. Bölge, kuzeyden gelip, Nil deltasına uzanan göç yollarının kesiştiği çizgi üzerinde oluşuyla tam bir kuş cenneti. Göçmen kuşlar arazinin flora ve faunasıyla besleniyor, barınıyor ve yuvalarında çoğalıyorlar. Konut alanlarına kapalı olan ve çevre koruma bilinciyle tabiatı bozulmadan muhafaza edilen kısmen ıssız yerlerdi.

                   Gölde tatlı su kefalı başta olmak üzere, on altı çeşit balık yaşıyor. Geçidi bekleyen şehrin mimarlarından Çetin beyin eski aşinası Nigar halanın Hoşamedisiyle karşılandık. Izgarada tütsülenip bakır sahanlarda masaya dizilen leziz sazan dilimleriyle karnımızı doyuruyoruz. Biçildikten sonra kurumaya bırakılan ot kümelerini seyrederek yarımadanın sonuna kadar yürüyoruz. Pelikanlarla paylaştığımız İran karpuzlarını dilimlemeye başlıyoruz. Suda sazan sürüleri gümüş bir yol gibi parıldayıp sönüyor.

                   Ardahanı ortadan ikiye bölen Kür ırmağı  Allahuekber dağlarından doğar. Oltu ve Tortum çaylarıyla beslenir, güçlü debisiyle çoşarak Ahıska vadisine doğru akıp gider. diğer taraftan Bingöl yaylalarından süzülen Aras nehriyle Gürcistan baştan başa sulanır. Anadoludan doğan bu iki nehir Azerbaycanda birleşir ve Hazar denizine dökülürler.

                   Her dağın, her gölün, yaylanın, kalenin ve elbette bereket ve bolluk taşıyan nehirlerin de hikayeleri ve türküleri var.

        

                       Ah Aras, akan Aras!

                      Bingölden kalkan Aras,

                     Alır başını gider

                     Hazarda çalkan Aras!

 

                   İşçi göçleriye Damalın nüfusu iyice azalmış. Bir yıl önce bu minyatür kasabaya tarihinde ilk kubbeli cami inşa edilmiş. Cuma günü mihrabın önünde bir sıra cemaat görebiliyoruz. Şehir girişinde inşa edilen cami, batı ve güney Anadolu mescitlerinden toplanan bağışlarla yükselebilmiş. İstisnalar dışında yeni belde ve kasabaların çoğunda teberrüken de olsa cami yok. Kendi ifadelerince ne molla var, ne ahund. Kahvehaneler dolu, camiler boş. Kur'andan uzaklaşınca dini kimlik ve milli mensubiyet duyguları da erozyonda. Şüphesiz Şii-Caferi din kardeşimizin de mabedi camidir. Tekkeler ve tarikatlarla ilgili kanun meclisten çıkarılır ve revize edilirse halkımızın ruh dünyasını geliştiren Mevlevi ve Kadiri tekkeleriyle birlikte istenirse cemevleri de açılabilir. Okullarımızda mutlaka din ve ahlak kültürü verilmeli. Yoksa maazallah Bediuzzamanın kardeşleri de miting meydanlarında Haçlı tezlerine destek veren Kıbrıs gençliğine döner.

                    Çarşı-pazarda ve köylerde gönül inciten " ...men özüm Hüdaya tapşırmışam!","...in görirem, cin görürem korhmirem!" ve " Molla ve Ahund" fıkra ve masalları halk arasında yayılır gider.

                                                  

                           KALMAZ MOSKOFA AHISKA

                   1921 yılında yapılan Ankara anlaşmasıyla Batumla birlikte Ahıska da kolayca Ruslara bırakılmış. Şimdi biz, vaktiyle kötü yöneticiler eliyle terk edilmiş topraklara yeniden yolculuğu başlatıyorduk.

                   Posof çayı üzerindeki asırlık Osmanlı köprülerinden geçiyoruz. Ardahanın ilçelerinden Damal ne kadar soğuk ve esintiliyse Posof o kadar sıcak ve rahat. Posofun genç ve dinamik müftüsü Trabzonlu Vehap bey Kasr-ı Dilaradan Ahıskaya doğru kültürel bir seyahat programını uygulayan Türkiye Yazarlar Birliği gurubuna karakovan balı ve peynir çeşitlerinden zengin bir kahvaltı ikram ediyor. Damalın genç kaymakamı büyük bir nezaketle bizimle birlikte Türkgözü hudut kapısına kadar gelip bizi Kafkas maverasına yolcu ediyor. Sınırın Türkiye tarafında işlemler hızla tamamlanıyor. Komünist idare döneminde kapalı bölge olan Ahıskaya dahi vizeyle girilirdi. Şimdi yeşil pasaportlara vize yok. Yirmi dört saat içinde geri dönebilirsek bizim tarafa adam başı elli dolar haracı ödemeyecektik. Seyahat bölgesel ekonomiyi canlandırırdı hani?  Hudutlardaki böyle akıl dışı vergiler, devlet tarafından turizmi teşvik değil, caydırıcı tedbirlerden oluyor.

                   Telefon diplomasisiyle irtibata geçilen genç bir resmi görevli tercüman karşıyakadan çıkageliyor. Birer birer tanışıyoruz. Doçent doktor  Roin Kavrelişvili, işinin ehli. Tavırlarında Sovyet dönemlerinden kalma gizlenemeyecek kadar disiplin ve sertlik okunuyor. Sokuluyor ve soruyoruz. Roin, Fars kökenli bir kelime. Bakır adam demek. Soyadı da Gürcistanın tanınmış sülalelerinden Kavralişin oğlu anlamında. Meğer hırıstıyan Gürcülerde soy ve aile asabiyeti maksimum seviyedeymiş. Saygın ve ehliyetli bir akademisyen olan Roin Kavralişvili, beyefendi ve dost bir insan. Kendisi Tiflis Devlet Üniversitesi, Akhaltsikhe(Ahıska) şubesi. Türkiye Tarihi, Türk Dili ve Edebiyatı Bölüm Başkanı. Gayet güzel Türkçe konuşuyor. Türkiyeden yeni dostlar edinmek ve kitap istemek için bize Cep telefonunu veriyor. Biz de bu hizmet fırsatını bütün okuyucularımızla paylaşmak istiyoruz. İşte Doçent Roin beyin telefonu. Hatırını sormak ve Türkçe yazılmış bir eser göndermek üzere lütfen hemen çevirin ve bir kere "alo!" deyin... 0099599588461.

                   Gürcistan para birimi Lari. Yol boyunca minibüsümüze akaryakıt alabilmek ve ihtiyaçları karşılamak için Gürcistan hudut kapısında dolar karşılığı Lari alıyoruz. Yanımızda yerli rehberimiz olduğu halde Ahıskaya doğru bir dere yatağından farksız, çukur ve tümseklerle dolu, bakımsız bir yola vuruyoruz kendimizi. Demirperdenin ilk itici ve ürkütücü görüntüsü, kapalı bölgenin çevresine iki sıra halinde kilometrelerce gerili dikenli teller artık paslanıp çürümüş. Sınır boyunca yakın aralıklarla dikili duran bu ahşap direkleri köylüler hızarlarda doğrayıp sobalarında yakıyor ve uzun geçen kış aylarında ısınıyorlar.

                   Yolda büyük haç anıtlar ve küçük manastırlar Ateist dönemden sonra halkın dine dönüşünü sembolize ediyor. Vale, Gürcistanda uğradığımız ilk kasaba. Valeye bağlı altı köy halkı da katolik. Ancak ülke çapında beş milyon Gürcünün ekseriyeti Ortodoks. İkiyüzbin Müslüman Azeri Türkleri Tiflis varoşlarında yaşıyor. Hepsi de geçim ehli güzel insanlar. Ancak eski sistemin baskısı yüzünden bu Müslüman köylerinde İslamın sembolü olan cami ve minareler yıkılmış. Ezan seslerine hasret kalmışlar. Bir asra yakın zaman Kur'an eğitimi dışında yaşamaları ve diğer İslam ülkeleriyle kültürel temasın sınırlı oluşu rol sahibidir. Batum merkezli Acarya Müslüman. Ekseriyeti Çerkezlerin oluşturduğu muhtar bölge güney Osetyada halkın yarısı ortodoks, yarısı da Müslüman. Rusların müdahale ettiği sorunlu bölge Abazyada çoğunluk ortodoks, fakat az da olsa İslam prensiplerini yaşama gayreti içinde, bilinçli Müslümanlar da var. Acarya tamamen Müslüman Gürcü ve Türklerin vatanı. Eski tabirle Elviye-i selaseden(üç vilayet) biri olan Batum, cumhuriyetin ilk yıllarında Türkiyenin bir vilayetiydi ve TMMM'inde dört milletvekilleri vardı. Sınır tashihi mazeretiyle Ruslara terk edildi. Çoğu gizli anlaşma maddeleriyle Batı Trakya, Eğe Adaları ve Kerkük-Musul gibi Batumu da milli sınırların  dışında bırakan yerli zalimler Allahından bulsun.

                   Bugün Gürcistan müftüsü de Azerbaycan Şeyhulislamı Allahşükür Paşazade gibi sistemin güdümünde sembolik varlıklarını sürdürüyor.

                   Ahıska sokaklarını dolaşmaya başlıyoruz. Eski olduğu kadar da bakımsızlıkdan eskitilmiş bir şehir. İşçilere sosyal konut olarak yapılan üç katlı binalar şimdi viraneye dönmüş. Çinko döşeli çatılar çökmüş, sıvakları dökülen balkonsuz evler Sovyet döneminin zevksizliğini simgeliyor. Baku-Ceyhan petrol boru hattının şantiyeleri anayolun kenarında sıralanmış

                   Üniversitenin giriş kapısında taş üzerine oyma bir büst. Grigol Hansteli (759-861) yılları arasında yaşamış, üniversitenin ve bölgedeki kiliselerin ilk kurucusu imiş. Hakkında şükran anıtları dikilmiş ve kitaplar yazılmış. Hatta Türkiye tarafında, bugün cami olarak ibadete açık olan bazı Artvin kiliselerinin de banisiymiş. Adamı övmekten bitiremiyorlar.

                   Roinden iki kelime öğreniyoruz. Gomarcoba-merhaba ve Nahvamdis yani Allahaısmarladık. Ahıska üniversitesi Türk dili ve edebiyatı bölümüne davet ediliyoruz. Sağolsun, dörder kişilik yedi sırası olan sınıfı Ardahan valimiz Mustafa Yiğit Bey tefriş etmiş. Yan dolaplar, kitaplar ve kitaplıklar, öğretmen masası, televizyon ve ses sistemi halkıyla bütünleşmeyi başaran bilinçli bir valimizin armağanları.

                   Doçent Roin bey:

                   -Lütfen siz de Ardahan yahut Erzurum üniversitesine Gürcü Dili bölümünü açın, biz de size destek olalım...Diyor. Cevap veriyoruz; İnşallah!.

                   Ahıskanın hürriyet meydanında kraliçe Tamaranın dev bir temsili heykeli. Tamara (1184-1203) yılları arasında Gürcistanın en parlak döneminde hüküm sürmüş. Bugün ahıskanın nüfusu yirmi bin. 1990 yılında komünist sistem tasfiye olurken Ahıska üniversitesine bağlı dokuz fakülte yirmi bir branşta eğitim veriyordu. Şimdi dahi 2200 öğrencisi var. Her yıl bize bilgi verilen bu anfide 33 Gürcü öğrenci Türkçe öğreniyor. Türkiyenin değişik üniversitelerinde yüksek eğitimlerine devam eden sekiz mezunla irtibatları devam ediyor.

                                    AHISKA KALESİ

                     Burçları ve Kubbeleri uzaktan görülen eski şehir içindeki Ahıska kalesine dar bir yoldan tırmanmaya başlıyoruz. Kalenin cümle kapısının girişinde pişirilmiş tuğladan eski bir minare bizi karşılıyor. Yanında olması gereken Camiyi gözlerimiz boşuna arıyor. Sovyet döneminde yıkmışlar. Avluda kırık-dökük Müslüman mezar taşları sıralanmış ve olmuş size Etnoğrafya Müzesi. Külliyenin banisi, Koca Ahmet Paşa camiinin kubbelerindeki orijinal kurşun kaplama sökülmüş. Şimdi pas tutmuş teneke - alaşım metalle örtülü.

                   İçerde mihrabı ve minberiyle Epigrafik İslami yazılar, toz-toprak içinde Kelime-i tevhit kitabeleri görünüşte koruma altına alınmış. Talan ve tahribe rağmen Ahıska kale avlusu içinde zamana direnen iki katlı sütunlu medrese. Mermer sütunlar dimdik ayakta. Hücrelerinde yüzlerce yıl Kur'an, hadis, tefsir ve İslam hukukunun öğretildiği el yazması kitapların bir kısmı meydana yığılıp yakıldı. Kütüphaneler dolusu binlerce cilt kitap işgalci Ruslar tarafından yük vagonlarıyla başkent Snt Petersburga taşındı. Aynı günlerde koca Osmanlı arşivlerinin vagonlarla Bulgaristana kimlerin emriyle ve niçin verildiğini sorgulamak isteriz!

                   Site-Şehir devletleri döneminde yapılmış. Osmanlılar tarafından tamir ve tahkim edilmiş.

                   Ahıska, "Yeni Kale" demektir Gürcü dilinde. Ahal:Yeni, Sıhe: Kale. Ahıska bizim Çanakkale gibi birleşik bir kelime. Tam dokuz yüzyıl Müslüman Türklere vatan oldu. Ancak 1943 sonbaharında demirperdenin de mucidi olan Stalin zaliminin kararıyla yüzbinlerce Müslüman çoluk-çocuk Sibirya steplerine ve Orta Asya bozkırlarına sürgün edildi. Ata yadigarı, bakımlı bağlar-bahçeler talan edildi. Bayındır ve mamur haneler viran oldu. Mecburi sürgüne tabi tutulanların bir kısmı daha menzile varmadan yollarda öldüler. Hakiki sahipleri kovulduktan sonra Ahıskaya yerleştirilen Ermenilere de yar olmadı.

                       ASRIN MUHACİRLERİ: AHISKALILAR

                   Yıllarca hiç bakım ve tamir görmeyen sokaklarında dolaştığımız Ahıska, dökülen şehir mimarisiyle Komünist rejimin iflasının canlı belgeseli.

                   Bugün Ahıska şehrine Türkçe konuşan sadece dört Müslüman aile kalmıştı. Onlarda büyük sürgünden yıllarca sonra Tiflisten kalkıp "baba ocağıdır" diye sessizce gelip yerleşmişler. Doğu şivesiyle konuşan Şahabeddin Ahmedova yıllar önce hanımını kaybetmiş, şimdi ona torunları bakıyor. Derme çatma vagonların dizili olduğu köhne bir istasyona bakan evinin balkonunda çay içip sohbet ediyoruz. Halini-hatırını soruyoruz. Şimdi yüzbinlerce Ahıskalı kardeşlerimizin nerede ve akibetlerinin ne durumda olduğunu konuşmaya çalışıyoruz. Bastonunu kenara bırakıp siyah takkesini düzeltiyor. Bizi daha iyi görebilmek için kalın kenarlı gözlüklerini yeniden takıyor.

                   - Şu karşıdaki vagonları görüyorsunuz değil mi?

                   Bu geniş vagonlarla yalnız hayvan ve yük taşınırdı. Yolcu treni falan değildi, abdeshanesi ve suyu olmayan boş vagonlardı. Silah zoruyla bütün akrabalarımı çoluk-çocuk bu vagonlara doldurup üzerlerine kapıları kapamış ve kilitlemişler. Sürgün günü biz tesadüfen burada değildik. Amma bütün hısım-akrabalarımız, gece karanlığında bilinmeyen bir menzile doğru yolculuğa çıkmışlar. Her lokomotifin peşine doksan altı vagon takılıydı. Sonradan öğreniyoruz ki toplam elli altı kara tren bizim Ahıskalıları Sibirya ve Orta Asya steplerine aylar boyu taşıyıp durmuş. İlk sürgün trenleri Sibiryaya doğru gitmiş. Bizimkiler Orta Asyaya yönelmişler. İlk durakları Tiflis, sonra Baku ve nihayet Astraganda zorla indirilmişler.

                    Bu tarihi sürgünden Türkiye Cumhuriyetinin ne haberi olmuş ne de tepkisi.

                   Yolda hastalananlar olmuş. Ölenler askerler tarafından trenden aşağıya atılmış. Yolculuğa dayanamayan hasta ve çocuklarla doğum sancısı tutan annelerin bir kısmı yollarda can verdiler. Zalım Stalin ocağımızı söndürdü. Bir ay süren bıktırıcı yolculuktan sonra canlı olarak Taşkente ulaşanları ayrı ayrı kolhozlara dağıtmışlar. Yağan şiddetli kar altında herkes soğuktan tir tir titriyormuş. İki yıl Özbekistan tarlalarında hiç tecrübemiz olmadığı halde zorla pamuk işiçiliği yaptık.

                   -  Hani Onyedi yaş üstü bütün erkekler askere alınmıştı. Ne oldu onlar?

                   -  Doğru, köylerde sadece yaşlı erkekler, kadınlar ve çocuklar kalmıştı. Okuyan ve eli kalem tutan aydın kişilerin bütün mallarına el koydular. Sonra da Sibirya steplerine sürgüne yolladılar. İtiraz eden, konuşan, hele direnenler hemen kurşuna dizildiler. Köylerimizi Rus askerleri kuşattı ve bütün halkı beş saat içinde şu karşımızdaki, o zaman yeni döşenen demir yolu istasyonuna getirdiler.

                   Kafkasya soğukları yeni başlamıştı ve 1944 yılının ekim sonlarıydı. Çocuklarımızın okuduğu mektep binalarına camilerimize ve belediye konağına askerler yerleşmişti. Her evin kapısına tüfekli iki asker gelip dayandı. Süngülerle milleti dürte dürte evlerinden çıkardılar.

                    " ... Sovyet hükumetinin Türkiyeyle bugünlerde harbetme ihtimali vardır. Siz harp patlayınca Türkiyeden yana olursunuz, onlara yardım edebilirsiniz. Can güvenliğiniz bakımından sizi sadece altı aylığına başka yerlere naklediyoruz. Tehlike geçince tekrar evlerinize döneceksiniz." dediler.

                    Asır kadar uzun geldi, ben de bilmirem ki, ne vakit dönecekler. Gençlerimiz ikinci cihan harbi boyunca askere alındılar. Almanlara karşı cephenin ilk sırasında yani daima ateş hattında savaştılar. Seyrek de olsa Kırım, Ukrayna, Romanya ve Polonya cephesinden Ahıskaya asker mektupları geliyordu.

                    " ...Sağlığımız iyidir, Almanları telef ediyoruz!"  Sürgünle birlikte onlardan ölü veya diri bir daha ne bir mektup ne de haber alamadık.

                   Bizi perişan eden Ahıska sürgünü 1944 Ekiminde başlamıştı. 1989 yılındaysa yine Rus istihbaratının tahrikiyle Turfanda oyuna gelen Özbek kardeşlerimiz evlerimizi yaktılar. Bu sefer de ikinci sürgün başladı. Gidenlerin peşinden ağıtlar yakılmaya başlandı.

 

                   Kıyamet kopmuştu eve girende,

                   Dağılmış her şeyi orda görende

                   Bacımın saçları tel tel olmuştu,

                   Anamın gözyaşı bir sel olmuştu.

                   Çıldırmıştı anam bu faciadan,

                   Bilmezdi ne yapsın, başlasın nerden.

                   Sarıldı boynuma " Oğlum bize bu ne zulümdür?

                   Bu sürgün halkımıza ölümdür..."        

 

                   Yıllardır uğrun uğrun çığırılan manilerle türkülere ve Allahın sınırsız merhametine sığındık,  benliğimizi yitirmedik. Ancak Türkiyeden beklediğimiz yardımı hiçbir zaman göremedik. Gözden de gönülden de uzak düştük.

                        TİFLİSTE BİR MİNARE

                   Tiflis yolculuğu kararlaştırılınca rehberimiz Roin bizi eski alışkanlıklarıyla yol boyunca ve özellikle yabancı plakalı araçlardan haraç alan polislere karşı uyardı. Polislere laf kar etmiyor ve mutlaka dolar ve lari konuşuyordu.Sonra da el yazısıyla bir pusula hazırladı.

                   "  Dikkat. Bu insanlar Türkiye Yazarlar Birliğinden olup hepsi de basın mensubudur. Başkentimize araştırma yapmak için gidiyorlar. Onlara iyi davranılmalıdır. Sağladığınız kolaylıklar için teşekkür ederim. İmza: Doç.Roin Kavralışvili."

                       Bu kağıdı, guruba Erzurumda katılan Rıdvan bey üzerinde taşımaya başladı. Doğrusu bu gayrı resmi yazının ne işe yarayacağını merak ediyorduk. Meğer aldanmışız. Her sıkıntıda pusulayı gösterince yollar açılmaya başladı. Tiflise kadar dört defa polis engeline takıldık. Gereksiz yere zaman kaybediyorduk. Her kontrol noktası aşikar para tuzağıydı. Her çevirme harekatında elimizdeki pusula haraç ödemeksizin yola devam etmemizi sağlıyordu. Rıdvan beyin elindeki bu sihirli cümlelerle edip ve şairlerin şahsında yazar ekibimiz  özel bir itibar gördü.

                   Benzin istasyonları, bizim Çıldır kasabasının salaş dükkanlarına benziyor. Arabamıza mazot bulmakta zorlanıyoruz.

                   Kür ırmağı kıyısındaki şirin bir tatil şehri olan Borjami (Borcam) de ilk molayı veriyoruz. Azığımız kaşar, ekmek ve domatesten ibaretti.                                     

Sağımızda Sovyetlerin ikinci adamı Stalinin doğduğu ve şehrin meydanına dikilen en büyük heykelin ona ait olduğu Gori kenti. Yamaçlara sıralı çok sayıda minaresiz Azeri köyleri. Tiflise yaklaşırken tek şeritli yolda trafik tehlikeli şekilde yoğunlaşıyor. Gürcü şoförler can pahasına, açıktan kural tanımıyorlar. Cinayet gibi sollamalarla daracık virajlara hızla giriyorlar. Şehir girişlerinde yollar kısmen düzeliyor. Tiflis tepelerinde abidevi katedral ve manastırlar inşa edilmiş. Vadi tabanındaki geniş mecrasında Hazara doğru nazlı nazlı akan Kür ırmağı akşam güneşi altında yaldızlı bir yol gibi parıldıyor. Heybetli ağaçların rüzgarla uğuldadığı, park ve bahçeler içinde planlı bir şehir. Daha 1966 yıllarında Tifliste metro sistemiyle şehiriçi raylı ulaşım ağı kurulmuş.

                   Bugün dünyada ondört alfabeyle yazılıp-okunuyor. Biri de makarna kırığına benzeyen Gürcü alfabesi. Bu alfabe otuzüç harften oluşuyor. Fonetik bakımdan çoğu da birbirine benziyor. Yönetimde söz sahibi olup, strateji belirleyen Moskovadaki Politbüro yetmiş yıllık komünist rejim döneminde bölgede yaşayan dört milyon nüfuslu halk için bu alfabeyi kullanma izni verdi. Ancak aynı yönetim Kafkasya ve Orta Asyanın Müslümanları için İslami yazıyı yasakladı ve yabancısı oldukları Kiril alfabesini mecbur etti. Hem kapitalist hem de komünist sistemler Müslümanlara karşı işletiliyor.

                   Ziyaretçisi yok denecek kadar az olduğu halde, eski kentin tepelerinde yükselen kiliseler, Birleşmiş Milletler fonundan restore edilerek ayakta durabiliyor.

                   Panoramik şehir turundan sonra Müslümanlar için bölgenin tek ibadethanesi olan Cuma mescidine sığınıp şükür namazlarını topluca kılıyoruz.

                   Nehrin iki yamacında asırlık çınarlar koyu gölgeleriyle şehri serinletiyor.

 

                        VE TİFLİSTE BEDİUZZAMAN

 

                   Meşhur Sanan tepesine Bediüzzamanı rahmet ve minnetle anıp, Tiflis’i Onun gözüyle görebilmek için tırmanmaya başlıyoruz. Yerli Müslüman halk buraya Funiklor yani Nurlu tepe, hrıstıyanlar ise Kutsal dağ diyorlar. Gürcistanda  yayınlar on iki kanaldan yapılıyor. TV vericilerinin dikili olduğu tepeye raylı sistemle de çıkmak mümkün. Bediuzzamanın, bir eğitim kurumu inşa etmek için derin düşünceler içinde ümmetin imanını kurtaracak ve emperyalist tuzakları bozacak projeler geliştirdiği tepeden Tiflis’i seyrediyorduk. 

Risalelerin tamamını, nur iklimi içinde okuyan Metin bey, 1911 yılında Tiflis’e gelen Bediuzzamanla ilgili hatıraları heyecanla nakletmeye başlıyor. O, toplam 130 kitabı 23 yılda ve sürgünlerle hapishanelerde tamamlamış. Ateşpare zekası ve kavrama gücüyle Türk Milli Eğitiminin 15 yılda vermeye çalıştığı bilgileri sadece üç ayda öğrenmeyi başarmış. Alimler Resulullahın ilminin, mutasavvıflar ise Onun amelinin varisleri.

                    Bediuzzaman, İstanbuldan Batuma yolcu vapuruyla gitti. Müslümanın yaşadığı her coğrafya Onun için vatandı. Trenle Tiflise, oradan da Vana doğru tarihi yolculuğunu sürdürdü. Dünya Müslümanlarının başkenti İstanbuldan ayrılırken " Vedaname"yi kaleme almıştı. Bu eserde hesaplaşan ve sorgulayan, hatta hırpalayan bir üslup hakimdi.

                   "Ey İstanbul! Diyordu. " Ey İstanbul ben eşitlik ve kardeşliği devr-i istibdadda yalnızca senin tımarhanelerinde yaşadım. Meşrutiyette hürriyeti yalnız nezarethanelerinde gördüm...

                   Elveda ey gelin libası giymiş acuz-i şemta, usandım senden! Sen zehirli bala benzersin!

Medeniyet libası giymiş vahşi bir adama benzersin.

         Ben zilletle imtizaç eden, örtüşen medeniyete Bedeviyeti tercih ederim. Dayatılan bu medeniyet insanları fakirleştirir, sefih ve ahlaksız eder. Oysa gerçek medeniyet insanlığı terakki ve tekâmülle yükseltir."

                   Yine Bediuzzaman gelişmelere bakarak konuşur:

                   " Avrupa bir İslam devletine hamiledir, bir gün doğuracak. Osmanlı da Avrupayla hamiledir o da onu doğuracak!"

                   Metin bey, Bediuzzamanın bir asır önce bastığı merdivenlerden Onun bakışlarıyla Tiflis vadisini seyrederek guruba O’nu anlatmaya başladı.

                   "O şu anda üzerinde bulunduğumuz Şeyh Sanan tepesinden şehri dikkatle seyrediyordu. Bölge güvenliğinden sorumlu Rus polisi Bediuzzamana yaklaşır ve sorar:

                   - Saatlerdir şehri dikkatle tarassut ediyorsun. Yani sen bununla ne yapıyorsun?

                   - Burada kuracağım üniversitenin, yani Medresetuzzehranın planlarını yapıyorum!

                   - Sen nerelisin?

                   -Bitlisliyim!

                   - Ama burası Tiflis...

                   - Benim indimde Bitlis Tiflisin kardeşidir.

                   - Ne demek istiyorsun?

                   Bediuzzaman kollarını açarak anlatmaya başlıyor.

                   - Asyada, İslam aleminde üç nur birbiri peşinden parıldayıp inkişafa başlıyor. Sizde de üç zulmet-karanlık ( sıkıntı, gerilik, eziyet ) gelişmeye başlayacak. Baskı ve zorbalık perdesi yırtılacak tekallüs edep istibdad perdesi yırtılacak. O zaman ben de gelip buraya üniversitemi kuracağım.

                   Rus güvenlik görevlisi Onu bir hayalperest olarak görür:

                   - Şaşarım senin ümidine!

                   - Ben de şaşarım senin aklına. Sen bu kış devam edecektir diyebilir misin? İhtimal bile veremezsin. Çünkü her kışın bir baharı ve her gecenin bir neharı vardır.

                   - Ama bir bak Osmanlı dağılmış, Müslümanlar parça parça olmuşlar.

                   - Hayır onlar tahsile gitmişler. İşte İslamın akıllı çocuğu Hindistan İngiliz lisesinde okuyor. İslamın zeki mahdumu Mısır İngiliz mekteb-i mülkiyesinden ders alıyor. Kafkas ve Türkistan İslamın iki bahadır oğludur ki, bugün Rusların mekteb-i harbiyesinde eğitim görüyorlar.

                   Bu soylu Müslüman çocukları, yetişip diplomalarını aldıktan sonra herbiri bir kıt'anın başına geçecekler. Muhteşem ve adil pederleri olan İslam sancağını afak-ı kemalatla dalgalandırmakla kader-i ezelinin nazarında feleğin inadına, nev'i beşerdeki hikmet-i ezeliyyenin sırrını ilan edecekler...

                   Ey nesl-i cedid !

                   Ben acele ettim, kışın geldim. Siz cennet misal bir baharda geleceksiniz. Şimdi ekilen tohumlar sizin zamanınızda yeşerecek çiçeklenecek.

                   Hayret, şu dünya zalimlere terakki dünyası olsun da mazlumlara tedenni, öyle mi?

                   O zaman bana uğrayın. Hizmetlerimin karşılığı olarak o çiçeklerden birkaçını mezar taşıma bırakın!

                   Ve siz ey iki ayaklı mezar-ı müteharrikler!

                   Aradan çekilin ki: hakikat-ı İslamiyeyi kainat üzerinde eğemen kılan yeni nesil gelsin!"

                        Tiflisin Sanan tepesindeki molamız, halkı cehaletten kurtarıp aydınlığa çıkarmak için sürekli düşünen,  yazan  ve  projeler geliştiren bu büyük idealist alimi anma gezisine dönüşüyor. İstanbulda Sırat-ı Mustakim idarehanesinde Akif, Eşref Edib ve İbnul Emin Mahmut Kemal gibi Osmanlı aydınlarına da fikir ve umut veren Kur'an hizmetkarı mürşit, hayatını Milletin imanını kurtarmaya adıyor...

                   Ezher Üniversitesi rektörü ustaz Bahit ile aynı görüştedir. Osmanlıyı içerden yıkan Jön Türklere kırgındır.

                   - Siz dini incittiniz. Şeriatı tezyif ettiniz. Gayretullaha dokundunuz. Neticeniz vahim olacak!

                    Uzun ve sağlam bir demir direk üzerine tıpkı Türkiyedeki gibi etrafa radyasyon serpeleyerek insan sağlığını tehdit eden baz istasyonları monte edilmiş. Dileyenler yere tespit edilen raylı sistemle masrafsız ve yorulmadan kutsal dağa çıkabilirler. Tepede geniş bir alan hırıstıyan mezarlığı. ortodoksların başuclarında birer masa bulunan taş ve mermer lahitleri düzenli bir şekilde sıralanmış. Bu mezarlıkta paganist dönem kalıntısı bir tören yapılır. Cenazenin doğum ve ölüm günlerinde çocukları ve yakın akrabaları içki şişeleri ve mezelerle gelir, mezarın başında ölünün ruhu şadolsun diye zom oluncaya kadar yerler ve içerler. Onu daha çok memnun etmek için de mezarın toprağına votka serper ve kırmızı şarap dökerler.

 

GÜRCİSTANDA SOSYAL PARADOKS

Halkın yüzde altmışı üniversite mezunu. Okuma-yazma oranı yüzde yüz. Bu şehirde ikiyüz özel üniversite özgürce eğitime devam ediyor.

Tiflis Süleyman Demirel Koleji 1993' te kurulmuş. Her yıl otuz öğrenciye diploma veren Türk halkının tanımlamasıyla Fetullah hocanın açtırdığı kolej, bu yıl altıncı mezunlarını veriyor. Eğitimde kalite, öğrenciye yakın pedegojik ilgi, ayrıca öğretmenlerimizin resmiyetle ve halkla medeni diyalogları Demirel kolejine rağbeti arttırıyor. Şehrin en zenginleriyle milletvekilleri ve belediye başkanları çocuklarını bizim okullarda okutmayı yeğliyorlar. Burayı bitiren dokuz öğrenci bugün Türkiyede Boğaziçinden Bilkente kadar, resmi ve özel üniversitelerde yüksek eğitime devam ediyor. Yine Demirel kolejinden dünyanın onbir ayrı ülkesinde okuyanlar var. İngilizce eğitim veren İnternasyonal Karadeniz Üniversitesini yine bizim idealist eğitim gönüllüleri kurup çalıştırıyorlar. Her ülkeden öğretmen çalıştıran Üniversitemizin bünyesinde sosyal bilimlerden, finans ve bilgisayara kadar programlı fakülteler kurulmuş.

                   Gürcistanda ailecilik taassubuyla, ortaçağdan kalma kabile ve sülale şövenizmi hala ve en karanlık şekliyle yaşıyor. Aileler arası rekabet yüzünden bu küçük ülkede tam üçyüz adet siyasi parti kurulmuş. İnanmadınız değil mi? Rakamla tam 300 siyasi parti. Acemisi oldukları Politik platformda ve serbest rekabete dayalı piyasa ekonomisi içinde nerdeyse birbirini yiyorlar.

Aile içi masa sohbetleri meşhur. İçtikçe coşuyorlar. Masa başındaki en yaşlı şahıs kendiliğinden başkan oluyor. O söz verirse ayağa kalkıp konuşulur. Birisini gelişigüzel övüyor ve şerefine kadeh kaldırıyorlar. Ailecilikle başlayan mikromilliyetçi ve ırkçı bir toplum yapısı gelişmiş. Ölümden kıl payı kurtulan, devlet başkanı Şwardnadzeye üç defa suikast düzenlenmiş.

                   Komünist dönemde Ruslar Gürcülere çok itibar ettiler. Politbüro üyelerinin çoğu yazlık yalılarını Acara ve Abazya kıyılarında yani Karadeniz sahillerinde yaptırdılar.  

                   Yetmiş yıllık ateist eğitimin tahribatına rağmen oldukça sevimli, sıcak kanlı ve misafirperver yapılarıyla Anadolu insanına benziyorlar.

                   Tiflis bize Kür ırmağı üzerindeki modern köprülerle, Sen nehrini ve Parisi hatırlatıyor. Merkezi sistem doğal gazla ısınan Tiflis oksijen sirkulasyonunun sürekliliğiyle oldukça sağlıklı bir iklime sahip. İki yerde nehrin altından geçen metro sistemiyle şehir içi raylı ulaşım mevcut. Yemyeşil park ve bahçeler içinde modern bir başkent.

                   Ziyaret edebildiklerimiz arasında Tiflis, Kafkas maverasının en bakımlı ve en modern şehri.

 

MÜSLÜMAN GÜRCÜ AYDINLAR GÖREVE

                   Biz bu gezimizle Kafkas dağlarıyla Karadeniz arasında sıkışmış kültürel ayrıcalıklı bir toplumu keşfettik. Yetmiş yıllık ateist eğitime rağmen orijinal alfabesini, folklorunu ve dilini kaybetmemiş. Çoğunluk Gürcülerden oluşan bu şirin ülkede toplam bir milyon üçyüz bin Abaz, Acar, Azeri, Kürt, Türk ve Çerkez kökenli Müslüman kardeşlerimiz yaşıyor. Stalin zaliminin emriyle başlayan büyük sürgünden sonra Ahıska bölgesine yerleştirilen Ermeniler Gregoryan, hrıstıyan Gürcüler ise Ortodoks kilisesine bağlı kalmışlar. Abazya, Acarya ve Güney Osetya özerk bölgeler olup, Gürcistana bağlıdır.

                   Gürcistanda yaşayan Müslümanlar apolitize olmuşlar, siyasetle ilgilenmiyorlar. Eğitim seviyeleri genelde düşük. En zor işlerde Müslümanlar çalışıyor. Müslümanların çoğu Hanifi mazhebinden olup az sayıda şii-Caferiler de mevcut.    

                   Leninin başlattığı ve otuz milyon insanın canına mal olan Bolşevik- Komünist ihtilali sırasında Gürcistanda 200 cami vardı. Demirperdenin yıkıldığı 1990 yılında sadece iki adet cami kalmıştı. Bugün ülke genelinde 230 adet cami onarıldı veya yeniden inşa edildi. Ancak onlara İslamı yeniden hatırlatacak ve namaz kıldıracak imamları yok. Tiflis ve Batum camilerinde açıktan ezan-ı Muhammedi okunamıyor. Londradaki camilerde olduğu gibi içerde okunabiliyor.

                   Dünyadan ve özellikle Türkiyeden Gürcü kökenli Müslüman aydınları tarihi bir görev bekliyor.

ŞWARDNADZE VE SAAKAŞVİLİ

                   Bugün yalnız Acaristanda beşyüz bin Müslüman yaşıyor. Türkiyenin 1921 Kars anlaşmasıyla Acarya özerk bölgesi üzerinde vesayet hakkı var.

 Tıpkı Nahcivan ve Kıbrıs gibi. Baku-Tiflis-Ceyhan petrol boru hattı Gürcistandan geçiyor. Ülke dini ve kültürüyle Türkiyeye yakın. Bugüne kadar siyasi ve askeri desteği Rusyadan alıyordu. Ancak Amerika Hazar petrol havzasına, yetiştirip desteklediği genç ve tecrübesiz Mikail Saakaşvili gibi bir eyalet valisiyle girdi ve kontrolu ele geçirdi. Batumla Tiflis kıl payı bir iç savaştan döndü. Yanılabilirim, fakat nazarımda Türkiyede ABD nin görevlendirip gönderdiği Kemal Dervişle, Afganistanda Karzai neyse Gürcistandaki Saakaşvili de o...

                   Şimdi Gürcistanda bir soğuk savaş var. ABD'nin planladığı kansız bir darbeyle Şvardnadze görevden alındı. Genç Saakaşvili muhalefetsiz olarak tek parti iktidarıyla devletin başına geçti. Hatta bol istavroz işaretli parti flaması Gürcistan milli bayrağının yerini aldı.

                   Geliş tarzı ve yönetin biçimiyle Gürcistana Stalin tekrar döndü. Üçyüz adet siyasi partinin bulunduğu Kuzey-doğu komşumuzda bugün fiilen tek parti iktidarı eğemen.

                    Temenni etmeyiz ama bölge sıcak günlere gebe... Rus müdahalesi kapıda.

 

DÖNÜŞ

 

                   Kolejin misafir odasının koltukları üzerinde tan yeri ağarıncaya kadar dinlenmeye çalıştık. Tiflis yazın ortasında sağnak yağmurlarla yıkanırken biz dönüşe hazırlanıyoruz. Yine Borjam üzerinden Rıdvan beyin elindeki sihirli pusulayla kontrol noktalarına takılmadan Ahıska istikametinde gaza basıyoruz. Minibüsün deposunu doldurup Gürcü sınır kapısına çıkış yapmak üzere salavatla yaklaşıyoruz. Ancak bizim pasaport işlemlerimizi özellikle yavaşlatıyorlar. Bağaj kontrolü yapıyor ve üzerimizde Gürcistan parası Lari olup-olmadığını soruyorlar. El altından bir miktar bahşiş almak istiyorlar. Beklemekten yoruluyoruz. Sınırda güvenliğimiz de yok. Rıdvan beyin gayretiyle deveye hendek atlatarak bizim Türkgözü kapısına giriyoruz. Çay ikramıyla bir solukta işimiz bitiyor.

                   Sınırdan girince Türkiyenin yüzünü ağartan, serhat boyunun en güzel şehri Posofta ilk molayı veriyoruz. Hümenis yaylasını aşarak ikibin beşyüz metre irtifadaki Ilgar geçitlerini gerilerde bırakıyoruz. Çıldır girişinde Baku-Ceyhan boru hattının istasyon binası inşa ediliyor. Hududu aşmadan önce emanet bıraktığımız taşıma ruhsatlı Berettalarımızı Damalın genç ve dinamik kaymakamı Yücel Gemici beyefendi bize iade ediyor.

Damal köyden azma bir ilçe. Kahvehaneler tıka basa dolu. Genç nüfusun büyük bir kısmı İstanbula ve Almanyaya işçi olarak çalışmaya gitmişler. Türkmen kökenli halkın hemen tamamı cehalet içinde ilkel bir hayat sürdürüyor. Temel din eğitiminden mahrum kalmışlar. Bir tepenin yamaca düşen gölgesini Atatürke benzetince, bunu İlahi bir olay diye değerlendirmişler. Bu resmi tebrik kartları üzerine alıp, resimlerini çekmişler. Bayrak direğinin altında gölgeye karşı selama duranları uyarmak zorunda kaldık. Şamanizmin somut bakiyesiydi yaşananlar.    

                   Ok yaydan çıkıyor, memlekette olmanın güven ve mutluluğu içinde ve bir solukta Şavşat, Ardanuç, Artvin, Borçka ve Hopayla kucaklaşıyoruz.

                   Rizede Bekaroğlu hocanın aşure ikramını geri çevirmek mümkün değil. Sözleşmemiz üzere Trabzon TYB başkanıyla görüşüp, Maçka belediye misafirhanesinde geceliyoruz. Kahvaltıdan sonra başkana bir nezaket ziyareti kaçınılmaz oluyor.

                   Yorucu, fakat mutlu bir kültür gezisinden, şirin hatıralarla Bayramilerin diyarına doğru direksiyon kırıyoruz.

Ankara Yardımeli Derneği
/AnkaraYardimeli
@AnkaraYardimeli
0312 309 10 06
Yazılım ve Tasarım: Tekin Medya